Son günlerde bireyselleşme çabamızı, eğitimimizi, çocuklara
ve gençlere neyi nasıl salık verdiğimizi
hasbel kader edinilmiş bir vakit bolluğu sayesinde çok fazla düşünüyorum. Aslında gündemi takip edenler farkediyordur diye umuyorum bu
konuların çok fazla konuşulduğu, yine bu konuların işlendiği kitap ve yayının aynı anda
ortaya çıktığı günlerden geçiyoruz. Tüm
bu yayınların aynı anda ortaya çıkması doğru ve yanlışlarıyla toplumsal bir
ihtiyacı da ortaya koyuyor.
Aslında yine hasbel kader edindiğim bir kitap bu konuda daha
fazla düşünmeme sebep oldu. “İyi Aile Yoktur” ile Nihan Kaya bize nereden
başlamamız gerektiğiyle ilgili önemli şeyler söylüyor bana göre. Çocukla
başlamalıyız diyor, çünkü çocuk tüm yaratım sürecinin de başlangıcı!
Kitabı okuyalı hayli zaman oldu. Ödünç verdiğim ve alıntılar
da yapmak istediğim için ancak yazma fırsatı
bulabildim, umuyorum ki yazdıkça yarattığı
ilk etkiyle çağrışan cümleler de tekrar hatırıma gelir. Kitap Sarajevo’da
farklı evlerde gezinip, Banja Luka’ya küçük bir seyehat yaptı. Benim öyle pekte
okuyucusu olmayan blog adresimde kimlere ulaşır bilmiyorum ama kitleleri değil
bireyleri hedeflediğim için yine hasbel kader bu kitaptan birilerini haberdar
edebilirsem büyük mutluluk duyacağım.
“İyi Aile Yoktur” iddialı bir kitap adı gibi dursa da kavram
olarak birçoğumuzun dile getiremediği iç seslerden biri bana göre. Kendi aileme
, akrabalarımın,arkadaşlarımın, tanıdığım insanların, dışardan gözlemlediğim
insanların ailelerine baktığımda, evet iyi bir aile göremedim bugüne kadar. Çünkü kimse ailesini seçemez, kimse ailesi
değildir! Dostoyevski’nin “Bence insan,
yakınlarını sevmek olanaksızlığıyla birlikte doğar. Akrabalar arasındaki sevgi
bu bakımdan iğrençtir. Hak edilmemiştir çünkü. Sevgiyi hak etmek gerekir.”
sözü de bu minvalde bir şeyler söylüyor diye düşünüyorum. Çünkü aile içinde de
her ne kadar karşılıksız bir sevgi alışverişinden söz edilse de, sevgiyi
haketme süreci her zaman var.
Kitabın ön kapak görseli |
Ben kitapların
genelde giriş cümlelerini önemserim ve Nihan Kaya’da kitaba çarpıcı bir cümle
ile başlıyor: “Çocukluk bir cehennemdir.”
Bunu Hallacı Mansur’dan bir epigrafla okuyucuya açıklıyor: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem acı çektiğimizi
kimsenin bilmediği yerdir.” Ve
ekliyor yerleşik bakış açımız çocuğun acılarını görmemizi engeller.
Nihan Kaya’nın baktığı taraftan evet çocukluk bir cehennemdir,
çünkü genel kanı farklı olsa da aslında birey olma kavramını en yalın haliyle
çocuklarda görebiliriz. Bir çocuk otoriteye göre değil içten gelen sesiyle
hareket etmek ister, özgürlük bilinci üst düzeydedir, karşılaştığı her durumu
sorgular ve sürekli sorular sorar. Herkesin çocukluğunu iyi hatırlamasının ve
çocukluğa özlem duymasının temel sebebi aslında yaratılıştan getirdiği bilinç
düzeyine tekrar ulaşabilme arzusu gibi gelir bana. Bunu Tom Robbins, Parfümün
Dansı romanında hem metaforik hem de
reel bir tanımlamayla şöyle anlatır: “Doğduğumuz
zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin
kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş, bizi, ana babalar yer, okullar
yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir.
Sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman,
pis bir kahverengi tonunda çıkarız.” Nihan Kaya kitabında cehennemi yaratan aile, okul ve diğer tüm bu etkenleri
ve bunu nasıl yaptıklarını anlatıyor. Her insanın biricik olmasından
yola çıkarakta daha çok yanlışları anlatıyor ve kitabı bir nasihatler kitabına
dönüştürmüyor.
Kitapta çocuğun sevgi ihtiyacı, anne olmanın yarattığı
tramvaların çocuk üzerinde sınanması, çocuğa saygı duyma ve çocuktan saygı
beklentisi, çocuğu birey olarak kabul etme, çocuğun kendini gerçekleştirme
talebine ket vurma ve daha onlarca başlık
bulmak mümkün. Ve tüm bu konular sizi kendi çocukluğunuza ve kendi iyileşme
sürecinize götürüyor. Ya da hala iyileşmeyen yaralarınızın farkına varmanızı
sağlıyor. Çok etkili ifade edilen birkaç konuya burada değinmek istiyorum.
Fazlasını merak edenler mutlaka kitabı edinmeliler.
Nihan Kaya |
“Saygı, ülkemizde
maalesef çok yanlış kullanılan, içi boşaltılmış bir kavram. Saygı itaat
değildir. Karşılıklı olamayan, hiyerarşiye dayalı bir şeye “saygı” adını
verebilmek çok zor.” diyor Nihan
Kaya. Ne de güzel özetlemiş. Ülkemizde
saygı konusu kutsallar alanında değerlendirilir. Anne, baba,öğretmen, devlet
bizim dokunulmaz kutsallarımızdır. Dolayısıyla kendimizi korumak adına da olsa
bu kutsallar ile karşı karşıya geleceğimiz her durum saygısızlık olarak
adledilir ve özellikle çocukluktan başlayarak zoraki bir saygı talebi mevcuttur.
Oysa saygı ancak saygı gösterilerek
öğretilebilir.
“Eğer çocuk gerçekten
de aileyle, dünyayla tam bir uyum ve entegrasyon içinde olursa varoluşu sahte
bir varoluş olacaktır. Bizimle tıpatıp aynı şeyleri duyan, düşünen, aynı
şekilde var olan bir çocuk, ilerleme anlamına gelmez,yani, gerçek bir çocuk
değildir. “ Bu cümleyi daha okur
okumaz yiğenlerimden biri geldi aklıma.
Ablam tabi ki çocuğunu uyumlu ve itaatkar olması hasebiyle bir nimet
olarak değerlendiriyordu. Ben ise daha bu kitabı okumadan spesifik bazı
örnekler üzerinden bunun normal olmadığını savunmuştum. Kitapta bu durum
Winnicott’un bir sözüyle de anlatılıyor: “Yetişkinler
itaati büyümekle karıştırırlar; halbuki itaat, çocuğun en büyük
ahlaksızlığıdır.” Çünkü çocukluk daha önce de belirttiğim gibi birey
olmanın en yalın ve saf halidir bana göre. Yine bu bakış açısıyla ablamın küçük
kızı ise çok normal ve sağlıklı bir çocuk(birey) çünkü bildiğini okumak istiyor, karşılaştığı
tüm olayları sorguluyor ve engellendiği taktirde sorun yaratıyor . Burada
kitaptan bir alıntı daha yapmak istiyorum: “…
çocuğunuzun doğuştan getirdiği özün kendisini gerçekleştirmesine izin
vermemeniz, bence çocuğu öldürmenizle zaten eş anlamlı.” diyor . Yani çocuklarımızı yerleşik bakış açısına
kurban ediyoruz.*
“Ne yana baksam, ne yana baksam, ne yana
baksam yanakları her gün semiren, temiz, ütülü kıyafetleri üzerlerine her gün
ayrı bir özenle giydirilen, sıcak tutulan, buna karşılık, bir ‘kişi’ olmak
üzere doğan ve bir ‘kişi’ olmayı biteviye isteyen kişilikleri her geçen gün
daha da çok ezilen, baltalanan, bedenleri büyürken ruhları her geçen gün daha
çok solan, üşüyen, ölen, sömürülen, işkence gören çocuklar görüyorum ve bu
durumu düzeltebilmek için, diğer yazdıklarımın üzerine böyle bir kitap yazmak
ve bu satırları okuyanlardan da bunları erişebildikleri herkese anlatmalarını
rica etmek, burada yazdığım ve yazamadığım şeyleri gidebildiğim her yerde
ulaşabildiğim herkese gücüm yettiğince anlatmak dışında bir çare bulamıyorum.”
diyor Nihan Kaya. Ben 36 yaşındayım ve sanırım bizim jenerasyonun tamamı bu
tanıma uygun olarak büyütüldü. Kitapta da belirtilen fiziksel annelik modeli
ile temiz tertipli ama ruhu hasta çocuklar yetiştirmek pekte modası geçmeyen
bir durum aslında. İtiraf etmeliyim ki beni fiziksel bir anne büyüttü. Ama
gönül isterdi ki annem gerçekten bu modelin içerisine girdiğini kendi kendine
itiraf edebilseydi. Ya da günümüzün anneleri bu farkındalığa sahip
olabilselerdi.
Fiziksel annelik modelinden kitapta daha bilimsel bir bakış
açısıyla bahsediliyor ama ben de bu konuda tecrübeli bir çocuk olarak (evet
hala çocuk ) bir şeyler söylemek istiyorum. Fiziksel anneler çocukluğu çalınmış ve kendini
gerçekleştirememiş insanlardan çıkıyor genelde. Talep ettiği saygıyı görememiş,
talep ettiği eğitimi alamamış, kendi kararlarını almak konusunda engellenmiş, daha
kendisi çocukken evlenmek durumunda kalmış ve yine daha kendisi çocukken bir
başka çocuğu büyütme sorumluluğu edinmiş ve bizim toplumumuz da maalesef bunu
tek başına yapmak zorunda kalmış bir kadının farklı bir annelik modeli
geliştirmesini beklemek büyük bir hata olur. O kendini gerçekleştiremediği tüm
arzularının tatminini iyi bir eş, ev hanımı ve anne olma yoluyla
sağlayabileceğine inanır. Ama bunu iyi yapabilmek noktasında edindiği bilgi ve
tecrübe de toplumsal birikimden ibaret ve eğer içinde bulunduğunuz toplum
farklı bir annelik modelini size öneremiyorsa kısır döngü kaçınılmaz oluyor.
Kendi annem özelinde gözlemlediğim bir şey ise, zeki ve
potansiyeli olan bir kadınken ev hanımlığına ve anneliğe mahkum edilirseniz fiziksel
bir anne olma mükemmelliyetçiliğinin yanı sıra kendi küçük komününüzün otoriter
liderine de dönüşebilirsiniz. Şükrediyorum ki yaratılıştan gelen bir içgüdüyle
her zaman otoritenin karşında durdum yoksa ben de kendimi gerçekleştirme
arayışımı ve potasiyelimi anneme kurban edebilirdim.
Evet bu yazı bir blog yazısına görece uzun olacak gibi
duruyor ama müsaade ederseniz devam edeceğim.
Kitabın ikinci bölümü modern eğitim sisteminin tarihçesi ile
başlıyor. Burası çok önemli çünkü modern
eğitim denilen şey aslında 18. yy de başlayan sosyal dalgalanmalar yüzünden ve
sistemin devamını sağlamak amacıyla yeniden düzenleniyor. Yani fabrikalarda zor
şartlarda çalışabilecek, otorite karşısında sorgulamadan saygılı,
yaratıcılıktan uzak bireyleri yetiştirmek için. “Okullar, hiç kimse yazar olsun, sanatçı olsun diye değillerdir. Hep
söylediğim gibi , hayat hiç kimsenin yazmasını ya da yaratıcı olmasını istemez.
Yaratıcı içgüdümüz, en sağlıklı içgüdümüzdür, ve biteviye kendisini
gerçekleştirmek için uğraşır. Ama dünya, aile, okul, toplum, iş ve
kurumsallaşmış her şey aracılığıyla bu yaratıcılığı dört yandan bastırmaya,
öldürmeye çalışır.” diyor Nihan Kaya.
Çocuğu aslında okul hayatından itibaren birey olarak kabul
etmek, onun kendine ait fikirlerine saygı duymak ve bu fikirleri geliştirmesine
yardımcı olmak gerekiyor. Bu kez
kendimden bir örnek vermek istiyorum. Bu gerçekten ilginç bir çocukluk
anısıdır, zannediyorum 6. sınıfta yapılacak bir münazara etkinliği için çok
ısrarcı olmama rağmen o dönem Türkçe öğretmeni olan Sadiye hanım (ilginç bir
şekilde adını da hatırlıyorum) beni münazara grubuna dahil etmemişti. Gerekçe olarakta tüm arkadaşlarımın yanında
beni ukala bulduğunu beyan etmişti. Bu
benim için memnuniyet verici bir geri bildirimdi ama özgüveni çok gelişkin
olmayan bir çocuk için hayat boyu fikir beyan etmeme, farklı düşüncelerini
saklama, toplum içinde konuşma becerisi geliştirememe gibi etkileri
olabileceğini de gözardı edemeyiz. Yani eğitim sistemimiz insani faktörler
yüzünden de çok kötü durumda ve bu insanlar toplumun farklı bir yerinde
yine anne ve babalar.
Kitapta bahsi geçen bir konuya daha değinerek yazıyı sonlandırmak istiyorum. Çünkü içeriği çok geniş ve iyi düşünülmüş bir
kitap ve ne kadar anlatsam alıntılasam da kitabın kendinden başkası bunu daha iyi anlatamaz diye düşünüyorum.
Son aylarda hafızalardan çok çabuk silinse de çocuk
istismarı ve çocuğa şiddet konuları çok fazla gündem oldu. Bu tarz bir
istismara nasıl engel olunur soruları havalarda uçuştu ancak biraz sonra da
alıntılayacağım üzere aslında çocukların kişiliklerini zedeleyerek dışardan
gelecek her tehlikeye onları açık hale getirenler yine anne babalar.“Yetişkin birinin bir
başka yetişkine vurduğunu gördüğümüzde hemen araya giriyor, ama yetişkin
birinin çocuğa vurması, bağırması karşılığında elbirliğiyle sessiz ve kayıtsız
kalıyoruz. Aslında elbirliğiyle, aslında çocuğa normal olduğunu öğretiyoruz.”
diyor kitapta. Yine bir başka başlıkta “ Bir başkasının çocuğumuzu herhangi bir
şekilde istismar etmesini önlemenin tek yolu,çocuğun eleştirel, sorgulayıcı,
aktif düşünen zihinsel mekanizmasını en başından örselememektir.” diye ekliyor.
Peki aktif düşünen, sorgulayıcı çocukları nasıl
yetiştireceğiz? Ailesinden başka gidecek bir yeri olmadığını bilen çocuğu
sürekli eleştirerek, kendi doğrularımız ve toplumsal kabuller ile bizimle
yaşayabileceğini ona öğreterek bunu başarabilir miyiz? Bakın kitapta bunun için ne diyor Nihan Kaya: “Bir başkasının çocuğumuzu eleştirmesine
asla müsaade etmemeliyiz. Çocuğumuzu –zaten eleştirmememiz gerekmekle birlikte –
bir başkasının yanında asla, asla eleştirmemeliyiz. Başkaları yanında
eleştirilen ve başkalarının eleştirmesine müsaade ettiğimiz çocuk, kendisini
kimseye karşı savunamayan, haklarını arayamayan, tırnakları kökünden sökülmüş
bir çocuktur. Halbuki hayat, o tırnakları kullanmasanız bile bazen göstermeniz
gereken, aslanlarla dolu bir arena.”
En başa dönersek, aslında toplum olarak yaralarımızı
sarmanın ve ilerlemenin en doğru yolu
ruh sağlığı yerinde ve yaratıcı “bireyler” yetiştirmek ve bunu çocukluktan başlayarak yapabilmek. Bu
nokta da “İyi Aile Yoktur” önemli bir kaynak kitap. Bu konuları biz çocuksuz
insanlar çok fazla düşünüp, tartışıp duruyoruz ancak o çok önemli kararı vermiş,
yani anne baba olmuş kişilerde umuyorum ki bu yönde daha çok çaba gösterirler.
Bu nasıl bir blog
yazısı Pesimist Sultan’da şaşkın ama
sanırım eylemleri devam edecek…
* Kitap içerisinde çocuğun kurban edilmesiyle ilgili ayrı bir başlık daha var ancak bu başlık biraz daha mitlerle ilgili ve özel. Henüz bahsi geçen mit hakkında araştırma yaptığım için bu konuyla ilgili daha sonra ayrı bir yazı yazacağım.