7 Aralık 2018 Cuma

IYI AILE YOKTUR


Son günlerde bireyselleşme çabamızı, eğitimimizi, çocuklara ve gençlere neyi  nasıl salık verdiğimizi hasbel kader edinilmiş bir vakit bolluğu sayesinde çok fazla düşünüyorum.  Aslında  gündemi  takip edenler farkediyordur diye umuyorum bu konuların çok fazla konuşulduğu, yine bu  konuların işlendiği kitap ve yayının aynı anda ortaya çıktığı  günlerden geçiyoruz. Tüm bu yayınların aynı anda ortaya çıkması doğru ve yanlışlarıyla toplumsal bir ihtiyacı da ortaya koyuyor.

Aslında yine hasbel kader edindiğim bir kitap bu konuda daha fazla düşünmeme sebep oldu. “İyi Aile Yoktur” ile Nihan Kaya bize nereden başlamamız gerektiğiyle ilgili önemli şeyler söylüyor bana göre. Çocukla başlamalıyız diyor, çünkü çocuk tüm yaratım sürecinin de başlangıcı!

Kitabı okuyalı hayli zaman oldu. Ödünç verdiğim ve alıntılar da yapmak istediğim için ancak  yazma fırsatı bulabildim, umuyorum ki yazdıkça  yarattığı ilk etkiyle çağrışan cümleler de tekrar hatırıma gelir. Kitap Sarajevo’da farklı evlerde gezinip, Banja Luka’ya  küçük bir seyehat yaptı. Benim öyle pekte okuyucusu olmayan blog adresimde kimlere ulaşır bilmiyorum ama kitleleri değil bireyleri hedeflediğim için yine hasbel kader bu kitaptan birilerini haberdar edebilirsem büyük mutluluk duyacağım.

“İyi Aile Yoktur” iddialı bir kitap adı gibi dursa da kavram olarak birçoğumuzun dile getiremediği iç seslerden biri bana göre. Kendi aileme , akrabalarımın,arkadaşlarımın, tanıdığım insanların, dışardan gözlemlediğim insanların ailelerine baktığımda, evet iyi bir aile göremedim bugüne kadar.  Çünkü kimse ailesini seçemez, kimse ailesi değildir!  Dostoyevski’nin “Bence insan, yakınlarını sevmek olanaksızlığıyla birlikte doğar. Akrabalar arasındaki sevgi bu bakımdan iğrençtir. Hak edilmemiştir çünkü. Sevgiyi hak etmek gerekir.” sözü de bu minvalde bir şeyler söylüyor diye düşünüyorum. Çünkü aile içinde de her ne kadar karşılıksız bir sevgi alışverişinden söz edilse de, sevgiyi haketme süreci her zaman var.

Kitabın ön kapak görseli

 Ben kitapların genelde giriş cümlelerini önemserim ve Nihan Kaya’da kitaba çarpıcı bir cümle ile başlıyor: “Çocukluk bir cehennemdir.” Bunu Hallacı Mansur’dan bir epigrafla okuyucuya açıklıyor: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir.”   Ve ekliyor yerleşik bakış açımız çocuğun acılarını görmemizi engeller.

Nihan Kaya’nın baktığı taraftan evet çocukluk bir cehennemdir, çünkü genel kanı farklı olsa da aslında birey olma kavramını en yalın haliyle çocuklarda görebiliriz. Bir çocuk otoriteye göre değil içten gelen sesiyle hareket etmek ister, özgürlük bilinci üst düzeydedir, karşılaştığı her durumu sorgular ve sürekli sorular sorar. Herkesin çocukluğunu iyi hatırlamasının ve çocukluğa özlem duymasının temel sebebi aslında yaratılıştan getirdiği bilinç düzeyine tekrar ulaşabilme arzusu gibi gelir bana. Bunu Tom Robbins, Parfümün Dansı romanında hem metaforik  hem de reel bir tanımlamayla şöyle anlatır: “Doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş, bizi, ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız.”  Nihan Kaya kitabında  cehennemi yaratan aile, okul ve diğer tüm  bu etkenleri  ve bunu nasıl yaptıklarını anlatıyor. Her insanın biricik olmasından yola çıkarakta daha çok yanlışları anlatıyor ve kitabı bir nasihatler kitabına dönüştürmüyor.

Kitapta çocuğun sevgi ihtiyacı, anne olmanın yarattığı tramvaların çocuk üzerinde sınanması, çocuğa saygı duyma ve çocuktan saygı beklentisi, çocuğu birey olarak kabul etme, çocuğun kendini gerçekleştirme talebine ket vurma  ve daha onlarca başlık bulmak mümkün. Ve tüm bu konular sizi kendi çocukluğunuza ve kendi iyileşme sürecinize götürüyor. Ya da hala iyileşmeyen yaralarınızın farkına varmanızı sağlıyor. Çok etkili ifade edilen birkaç konuya burada değinmek istiyorum. Fazlasını merak edenler mutlaka kitabı edinmeliler. 

Nihan Kaya

“Saygı, ülkemizde maalesef çok yanlış kullanılan, içi boşaltılmış bir kavram. Saygı itaat değildir. Karşılıklı olamayan, hiyerarşiye dayalı bir şeye “saygı” adını verebilmek çok zor.”  diyor Nihan Kaya. Ne de güzel özetlemiş. Ülkemizde saygı konusu kutsallar alanında değerlendirilir. Anne, baba,öğretmen, devlet bizim dokunulmaz kutsallarımızdır. Dolayısıyla kendimizi korumak adına da olsa bu kutsallar ile karşı karşıya geleceğimiz her durum saygısızlık olarak adledilir ve özellikle çocukluktan başlayarak zoraki bir saygı talebi mevcuttur.  Oysa saygı ancak saygı gösterilerek öğretilebilir.

“Eğer çocuk gerçekten de aileyle, dünyayla tam bir uyum ve entegrasyon içinde olursa varoluşu sahte bir varoluş olacaktır. Bizimle tıpatıp aynı şeyleri duyan, düşünen, aynı şekilde var olan bir çocuk, ilerleme anlamına gelmez,yani, gerçek bir çocuk değildir. “  Bu cümleyi daha okur okumaz yiğenlerimden biri geldi aklıma.  Ablam tabi ki çocuğunu uyumlu ve itaatkar olması hasebiyle bir nimet olarak değerlendiriyordu. Ben ise daha bu kitabı okumadan spesifik bazı örnekler üzerinden bunun normal olmadığını savunmuştum. Kitapta bu durum Winnicott’un bir sözüyle de anlatılıyor: “Yetişkinler itaati büyümekle karıştırırlar; halbuki itaat, çocuğun en büyük ahlaksızlığıdır.” Çünkü çocukluk daha önce de belirttiğim gibi birey olmanın en yalın ve saf halidir bana göre. Yine bu bakış açısıyla ablamın küçük kızı ise çok normal ve sağlıklı bir çocuk(birey)  çünkü bildiğini okumak istiyor, karşılaştığı tüm olayları sorguluyor ve engellendiği taktirde sorun yaratıyor . Burada kitaptan bir alıntı daha yapmak istiyorum: “… çocuğunuzun doğuştan getirdiği özün kendisini gerçekleştirmesine izin vermemeniz, bence çocuğu öldürmenizle zaten eş anlamlı.” diyor .  Yani çocuklarımızı yerleşik bakış açısına kurban ediyoruz.*

 “Ne yana baksam, ne yana baksam, ne yana baksam yanakları her gün semiren, temiz, ütülü kıyafetleri üzerlerine her gün ayrı bir özenle giydirilen, sıcak tutulan, buna karşılık, bir ‘kişi’ olmak üzere doğan ve bir ‘kişi’ olmayı biteviye isteyen kişilikleri her geçen gün daha da çok ezilen, baltalanan, bedenleri büyürken ruhları her geçen gün daha çok solan, üşüyen, ölen, sömürülen, işkence gören çocuklar görüyorum ve bu durumu düzeltebilmek için, diğer yazdıklarımın üzerine böyle bir kitap yazmak ve bu satırları okuyanlardan da bunları erişebildikleri herkese anlatmalarını rica etmek, burada yazdığım ve yazamadığım şeyleri gidebildiğim her yerde ulaşabildiğim herkese gücüm yettiğince anlatmak dışında bir çare bulamıyorum.” diyor Nihan Kaya. Ben 36 yaşındayım ve sanırım bizim jenerasyonun tamamı bu tanıma uygun olarak büyütüldü. Kitapta da belirtilen fiziksel annelik modeli ile temiz tertipli ama ruhu hasta çocuklar yetiştirmek pekte modası geçmeyen bir durum aslında. İtiraf etmeliyim ki beni fiziksel bir anne büyüttü. Ama gönül isterdi ki annem gerçekten bu modelin içerisine girdiğini kendi kendine itiraf edebilseydi. Ya da günümüzün anneleri bu farkındalığa sahip olabilselerdi. 

Fiziksel annelik modelinden kitapta daha bilimsel bir bakış açısıyla bahsediliyor ama ben de bu konuda tecrübeli bir çocuk olarak (evet hala çocuk ) bir şeyler söylemek istiyorum. Fiziksel anneler  çocukluğu çalınmış ve kendini gerçekleştirememiş insanlardan çıkıyor genelde. Talep ettiği saygıyı görememiş, talep ettiği eğitimi alamamış, kendi kararlarını almak konusunda engellenmiş, daha kendisi çocukken evlenmek durumunda kalmış ve yine daha kendisi çocukken bir başka çocuğu büyütme sorumluluğu edinmiş ve bizim toplumumuz da maalesef bunu tek başına yapmak zorunda kalmış bir kadının farklı bir annelik modeli geliştirmesini beklemek büyük bir hata olur. O kendini gerçekleştiremediği tüm arzularının tatminini iyi bir eş, ev hanımı ve anne olma yoluyla sağlayabileceğine inanır. Ama bunu iyi yapabilmek noktasında edindiği bilgi ve tecrübe de toplumsal birikimden ibaret ve eğer içinde bulunduğunuz toplum farklı bir annelik modelini size öneremiyorsa kısır döngü kaçınılmaz oluyor.

Kendi annem özelinde gözlemlediğim bir şey ise, zeki ve potansiyeli olan bir kadınken ev hanımlığına ve anneliğe mahkum edilirseniz fiziksel bir anne olma mükemmelliyetçiliğinin yanı sıra kendi küçük komününüzün otoriter liderine de dönüşebilirsiniz. Şükrediyorum ki yaratılıştan gelen bir içgüdüyle her zaman otoritenin karşında durdum yoksa ben de kendimi gerçekleştirme arayışımı ve potasiyelimi anneme kurban edebilirdim.

Evet bu yazı bir blog yazısına görece uzun olacak gibi duruyor ama müsaade ederseniz devam edeceğim.

Kitabın ikinci bölümü modern eğitim sisteminin tarihçesi ile başlıyor.  Burası çok önemli çünkü modern eğitim denilen şey aslında 18. yy de başlayan sosyal dalgalanmalar yüzünden ve sistemin devamını sağlamak amacıyla yeniden düzenleniyor. Yani fabrikalarda zor şartlarda çalışabilecek, otorite karşısında sorgulamadan saygılı, yaratıcılıktan uzak bireyleri yetiştirmek için. “Okullar, hiç kimse yazar olsun, sanatçı olsun diye değillerdir. Hep söylediğim gibi , hayat hiç kimsenin yazmasını ya da yaratıcı olmasını istemez. Yaratıcı içgüdümüz, en sağlıklı içgüdümüzdür, ve biteviye kendisini gerçekleştirmek için uğraşır. Ama dünya, aile, okul, toplum, iş ve kurumsallaşmış her şey aracılığıyla bu yaratıcılığı dört yandan bastırmaya, öldürmeye çalışır.” diyor Nihan Kaya.

Çocuğu aslında okul hayatından itibaren birey olarak kabul etmek, onun kendine ait fikirlerine saygı duymak ve bu fikirleri geliştirmesine yardımcı olmak gerekiyor.  Bu kez kendimden bir örnek vermek istiyorum. Bu gerçekten ilginç bir çocukluk anısıdır, zannediyorum 6. sınıfta yapılacak bir münazara etkinliği için çok ısrarcı olmama rağmen o dönem Türkçe öğretmeni olan Sadiye hanım (ilginç bir şekilde adını da hatırlıyorum) beni münazara grubuna dahil etmemişti.  Gerekçe olarakta tüm arkadaşlarımın yanında beni ukala bulduğunu beyan etmişti.  Bu benim için memnuniyet verici bir geri bildirimdi ama özgüveni çok gelişkin olmayan bir çocuk için hayat boyu fikir beyan etmeme, farklı düşüncelerini saklama, toplum içinde konuşma becerisi geliştirememe gibi etkileri olabileceğini de gözardı edemeyiz. Yani eğitim sistemimiz insani faktörler yüzünden de çok kötü durumda ve bu insanlar toplumun farklı bir yerinde yine anne ve babalar.

Kitapta bahsi geçen bir konuya daha değinerek  yazıyı sonlandırmak istiyorum.  Çünkü içeriği çok geniş ve iyi düşünülmüş bir kitap ve ne kadar anlatsam alıntılasam da kitabın kendinden başkası  bunu daha iyi anlatamaz diye düşünüyorum.

Son aylarda hafızalardan çok çabuk silinse de çocuk istismarı ve çocuğa şiddet konuları çok fazla gündem oldu. Bu tarz bir istismara nasıl engel olunur soruları havalarda uçuştu ancak biraz sonra da alıntılayacağım üzere aslında çocukların kişiliklerini zedeleyerek dışardan gelecek her tehlikeye onları açık hale getirenler yine anne babalar.“Yetişkin birinin bir başka yetişkine vurduğunu gördüğümüzde hemen araya giriyor, ama yetişkin birinin çocuğa vurması, bağırması karşılığında elbirliğiyle sessiz ve kayıtsız kalıyoruz. Aslında elbirliğiyle, aslında çocuğa normal olduğunu öğretiyoruz.” diyor kitapta.  Yine bir başka başlıkta “ Bir başkasının çocuğumuzu herhangi bir şekilde istismar etmesini önlemenin tek yolu,çocuğun eleştirel, sorgulayıcı, aktif düşünen zihinsel mekanizmasını en başından örselememektir.” diye ekliyor.

Peki aktif düşünen, sorgulayıcı çocukları nasıl yetiştireceğiz? Ailesinden başka gidecek bir yeri olmadığını bilen çocuğu sürekli eleştirerek, kendi doğrularımız ve toplumsal kabuller ile bizimle yaşayabileceğini ona öğreterek bunu başarabilir miyiz?  Bakın kitapta bunun için ne diyor Nihan Kaya: “Bir başkasının çocuğumuzu eleştirmesine asla müsaade etmemeliyiz. Çocuğumuzu –zaten eleştirmememiz gerekmekle birlikte – bir başkasının yanında asla, asla eleştirmemeliyiz. Başkaları yanında eleştirilen ve başkalarının eleştirmesine müsaade ettiğimiz çocuk, kendisini kimseye karşı savunamayan, haklarını arayamayan, tırnakları kökünden sökülmüş bir çocuktur. Halbuki hayat, o tırnakları kullanmasanız bile bazen göstermeniz gereken, aslanlarla dolu bir arena.”

En başa dönersek, aslında toplum olarak yaralarımızı sarmanın ve ilerlemenin  en doğru yolu ruh sağlığı yerinde ve yaratıcı “bireyler” yetiştirmek  ve bunu çocukluktan başlayarak yapabilmek. Bu nokta da “İyi Aile Yoktur” önemli bir kaynak kitap. Bu konuları biz çocuksuz insanlar çok fazla düşünüp, tartışıp duruyoruz ancak o çok önemli kararı vermiş, yani anne baba olmuş kişilerde umuyorum ki bu yönde daha çok çaba gösterirler.

Bu nasıl bir blog yazısı Pesimist Sultan’da şaşkın ama  sanırım eylemleri devam edecek…


* Kitap içerisinde çocuğun kurban edilmesiyle ilgili ayrı bir başlık daha var ancak bu başlık biraz daha mitlerle ilgili ve özel.  Henüz bahsi geçen mit hakkında araştırma yaptığım için bu konuyla ilgili daha sonra ayrı bir yazı yazacağım.