27 Kasım 2010 Cumartesi

Cennette Beş Dakika



Son günlerde yine ve yeniden başımda kara bulutlar dolanıyor. Yanlış anlama bu öyle kara bahtım kem talihim kuruntusu değil. Hayatımı öyle saçma kuruntulara kurban etme niyetim hiç olmadı. Hatta dünya öyle çok acıyla dolu ki, yaratıcının bana karşı çok cömert olduğunu düşünürüm.

Benim kara bulutlarım zihnimde dolaşır. Her an tetikte beklerim onları gökyüzüne salmak için. Yaramaz bir çocuk gibi etrafıma neşe saçarken bile bulutlarımın gölgeleri yanımdadır. Sinsi değildir onlar, öyle habersiz ya da istemeden çıkmazlar ortaya. Ben onları besledikçe güçlenir, güçlendikçe önce fiziksel sonra zihinsel farkındalıkla hayat bulurlar.

Önce saçlarım dökülmeye başladı. Kemoterapi tedavisi gören kanser hastaları gibi tutam tutam saçlarımı çöp kutusuna savurdum. Sonra kaşlarım ve kirpiklerim döküldü. Zaten seyrek olan kaşlarımın artık gözümü korumaya bile niyeti yok! Sonra yüzümde ve saç diplerimde sivilceler çıkmaya başladı.  Hani şu uçları iltihaplı olanlardan. Sonra bütün vücuduma yayıldılar. Daha sonra insanları dinlememeye başladım. Gerçi sıkça yaparım bunu, onlar konuşurken dinler gibi görünür ama başka şeyler düşünürüm. Daha az önemli ama rahatlatıcı şeyler... Daha sonra çok yorgun ve uykusuz olduğum günlerde bile uyuyamamaya başladım. Uykusuzluk, sonra binlerce kez tövbe etsem bile  temizleyemeyeceğim kirli düşünceler sokmaya çalıştı beynime. Benim dur komutlarım daha uzun uykusuzlukları besledi. Bir de baktım hava gerçekten bulutlu.

Garip gelecek belki ama ben bulutlu havaları severim. Bir de deli gibi esen rüzgarları. Güneşin her şeyi açığa çıkarttığını, her şeyi aydınlattığını düşünüyor olabilirsin. Oysa o insanların gözlerini kamaştırır. Bırak dışardaki hayata bakmanı, kalp gözüne bile tesir edip içine bakmanı engeller. Dışardaki yanılsama, içteki huzuru kaçırır. Bulutu ve rüzgarı özlersin...

Eminim dışardan insanlar bana bakıyor ve şöyle diyorlar: Güneşli bir günde, daracık sokakta top peşinden koşturan haylaz bir çocuk gibi. Hatta okul yıllığında bir arkadaş şöyle yazmıştı; dünyanın gamını, tasasını boşvermiş biri. Oysa ki ben " Mutluluğun resmini çizebilir misin ? " gibi saçma bir soruya nasıl cevap vereceğini bilemeyen şaşkın bir insandan başkası olamıyorum bu hayatta. Güneş ne zaman doğudan yükselse, yönümü batıya çeviriyorum. Ve güneş ne zaman batıda kaybolsa, onu beklemek için tekrar doğuya bakıyorum.

Okuyucu biliyorum kafan karışık . Yazı nereye gidecek , sonu nereye bağlanacak merak ediyorsun... Bu yazının bir sonu yok. Bunları bir sonuca bağlamak için anlatmıyorum. Bulutları getiren sebepleri de burada anlatamam.  Sadece şunu bil istiyorum. Herkesin cennette beş dakika geçirmek gibi bir hayali olabilir. Ve herkes yeşil çimenlerin uçsuz bucaksız uzandığı güneşli bir cennetti bekliyor olabilir... İşte benim de tek isteğim hayatın patırtısı devam ederken cennette beş dakika geçirmek . Ama benim cennetimde hava bulutlu olmalı...

14 Ekim 2010 Perşembe

Kurabiyem ...

Kim derdi ki bu Sultan 'ın blogunda bir gün yemek tarifleri olacak. Kim derdi ki... Ya yalan olacak şimdi böyle şeyler söylersem. Doğrusu şöyle: Bu Sultan acayip yemek yapma meraklısıdır, sürekli yemek dergileri alır, ünlü ahçıların tariflerini kitaplarını araştırır, işten fırsat bulduğu vakitler de bayramlarda seyranlarda yeni tarifler dener, başkaları yaptıklarını taktir edip eline sağlık dedikçe zevkten dört köşe olur! İnsanlar ona yemeklerin anne yemeği gibi derler. Eli böyle yiyecek bir şeye değdi mi o bambaşka bir şey olur( aha da amma abarttım haaa ). Öyle blogunda yemek tarifi, el işi örgü filan paylaşacak bir tip değildir amma kendi dünyasında bu işlerle haşır neşir olmaktan hazzeder (onunda içinde bir fırın sütlaç hanım var, hep inkar etse de ).

Aslında bu yazıyı ve biraz sonra paylaşacağım tarifi Penelope' a  itaf ediyorum. Geçenler de yazdığı yazı ilham oldu, daha doğrusu dokundu galiba bana. Benim kurabiye yapacağım çocuklarım yok ,kurabiye yapabiliyorum. Peno'nun dünya tatlısı bir oğlu var, kurabiye yapamıyor. Hani derler ya Allah iki iyiliği bir arada vermiyor işte! Bak şimdi yine yalan söyledim ,O istediğine neler neler veriyor. Hayatta her şey hazır olmakla ilgili, hazır olduğunda her şey bir anda oluveriyor.

Yukarıda çok övündüm ama yemek yapmak kolay hadise aslında. Doğru tarif ve biraz istekle olmayacak şey yok . Severek yapılan her şeyin neticesi güzel ne de olsa... Hani derler ya yaptığın yemeğe sevgini de katarsan güzel olur diye tamamen gerçek. Fazla edebi gelse de her gün "bugün ne pişirsem" telaşıyla ya da kahrederek yapılan yemek güzel olmuyor. Gerçi benim prosedür biraz daha zor, mutfakta geçirdiğim her an dua edip, aklımdan güzel şeyler geçirmeye çalışıyorum! Arkada çalan bir de müzik varsa yemek yapmak dinlendirici ve eğlendirici bir olaya dönüşüyor .

Gelelim tarife :

Not : Bu tarifi bir zamanlar internetten bulmuştum. İnternetten bulunan her tarif güzeldir bir yanılsama olur ama denemekten zarar gelmez . Ben denedim ve pişman olmadım.

Tarifin İsmi : Nescafe ' li Kurabiye

Malzemeler :
5 yemek kaşığı pudra şekeri
2 yumurta sarısı
1 paket kabartma tozu
1 paket oda sıcaklığında margarin ( mıncıklanabilmesi için yumuşak olması gerekiyor ve tereyağı kullanmak daha doğru olur )
1 yemek kaşığı klasik nescafe (cappicino karışımı da kullanabilirsiniz )
1 çay bardağı dövülmüş fındık
aldığı kadar un

İcraat : Kurabiye yaparken öncelikle pudra şekeri ve yağı birlikte mıncıklamak lazım. Sonra sırayla diğer malzemeleri ekleyip hamurumuzu yapıyoruz. Hamur sert olmayacak, kolay kopabilir ve şekil alabilir olmalı.

Hamurun içine koyduğumuz yumurta sarılarının beyazlarını da kullanıyoruz. Şöyle ki hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alıp yuvarlıyor sonra bu parçayı önce yumurta beyazına batırıp sonra fındığa buluyoruz ve tepsiye diziyoruz . Tepsiyi yağlamaya gerek yok biraz un serpiştirmek yeterli . Sonra 180 derece ısıtılmış fırında 15 -20 dk . pişiriyoruz. Hepsi bu kadar!

Kendimi Julie and Julia filminde yemek tariflerini blogdan paylaşan kadın gibi hissettim . Dün Peno' ya yarın sana bir süprizim var dediğim de farklı beklentiler içine girmişti . Penelope canım , işte benim kurabiyem ....


Kurabiyem :)

17 Eylül 2010 Cuma

Benden Kısa Haberler

Nerede o eski bayramlar diyecek yaşta değilim , ama nerede o eski ben diyorum sık sık. Nerede o hayatı saçlarından yakalamak isteyen kız? Nerede o çoğu zaman deli, ara sıra sakin, güler yüzlü insan ? Ne zaman büyüdü dertler böyle, ne zaman dünya böyle büyük ben küçük oldum? Bir zamanlar dünya misketti oysa onu sokaklarda başkalarının dünyalarına yuvarlıyordum...

***

Bir kısım erkek cinsinin kucaklaşırken boynuz tokuşturmasına ifrit oluyorum. Nasıl bir selamlaşma şeklidir anlayamadım gitti. El de sıkı bir kavramayla tokalaşma, karşıdakini kendine tek hamleyle çekme ve şakakların buluşması ... Yalnızca toka yapılsa mesala, böyle gereksiz yakınlaşmalara girilmese. Hayır, anlamsız !

***
Lig Tv "Kadın Ne İster "diye reklam filmi çekmiş. Web sitelerine eleştirimi yazmıştım. Zannediyorum ki çok fazla tepki aldılar ve kadınlara yönelik bir reklam filmi çektiler. Helal olsun diyorum, müşteriye gerçekten kulak veriyorlar demek ki!

***
Pazar günü Kadıköy ' de büyük buluşma var. Ama nöbetçi olduğum için maçı izliyemiyorum . Oysa taraftar olmanın tadına varmak istiyorum. Bobo şut atarken ben de sol ayağımı sallamak, gerekirse golü ben atmak istiyorum. Ben de koltukta tepişip, koltuğu yıkmak istiyorum. Ama illa ki gol sevinci yaşamak istiyorum...

***
Referandum yaygarası bitti. O çirkin reklam panoları, broşürler, bayraklar hepsi hayatımızdan çıkıp gitti. Peki ne değişti ? Daha mı demokratik bir ülke olduk ? Bunca kargaşa, hakaret, öfke, partizanlık!...

Bir 12 dev adam muhabbeti bile referandumu unutturabiliyorsa bu konuyla niçin bu kadar oyalandık? Anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar lütfen.

15 Ağustos 2010 Pazar

Kadın Ne İster ?





Hayatımda yapmaktan en çok keyif aldığım üç şeyden biridir futbol müsabakası izlemek ( diğerleri film izlemek ve kitap okumak ). Gerçi bu durum bazen hayata da seyirci kalmama sebep oluyor ama günlük streslerle başka türlü baş edemiyorum. Neyse efenim başlığa bakıp bu ne perhiz, bu ne salatalık turşusu filan demeyin. Sadete geliyorum.

Sportoto Süper Lig nihayet başladı (sponsor değiştiği için ayrıca mutluyum sürekli rakip firmanın adını telaffuz edip durmaktan sıkılmıştık). Lig TV nin yeni reklam sloganı şu: Erkek ne ister ? Bu soruyu müteakip ekranda televizyonun karşısında bağrış çağrış maç izleyen bir erkek grubu görüyorsunuz. Sorular şöyle devam ediyor: Başka ne ister? Daha başka ne ister ? Neyse beyler bu sorular eşliğinde  TV koltuğunu yıkana kadar tepişip streslerini atıyorlar falan fıstık...

Geçen yıl ki reklamları hatırlarsınız ( bir önceki yılda olabilir zaman mevhumumu yitirdim son günlerde ) " Futbol futbol Lig Tv de " diye meşhur şarkının türkçe versiyonuyla, bir takım şişko futbol fanatiği erkek sahilde taraftarı olduğu takımın yıldızıyla kucaklaşıyordu. Keyifli reklamdı vesselam...

Yani Lig TV  her sene olduğu gibi  futbolu kalıplara sıkıştırmaya devam ediyor ve erkek izleyicisini mutlu etmek için ne yapacağını şaşırıyor... Öncelikli olarak futbol sever kadın hep unutuluyor ( birkaç yıl önce kadın futbol yazarlarının katılımıyla bir yorum programı yapmışlardı, onu da kaldırdılar sonra ). Yani sahilde dövmeleri ve baklava dilimi karnıyla koşuşturan futbol yıldızıyla kucaklaşmak isteyen kadın seyircilerde olabilir dimi ama. Ya da neden sahilde koşan futbol sever tipler için bira göbekli, tv karşısında maç izlemekten başka birşey yapmayan abi imajı tercih ediliyor. Bu yıl doruk yapılıp; dolaysız, sapmasız; erkek ne ister diye soruluyor ve itiş tepiş maç izleyen erkek imajı izleyicinin gözüne sokuluyor. Reklamlar başarısız demiyorum ama madem artık HD, madem artık daha fazla maç izleyeceğiz, madem artık herkes sizi izlesin istiyosunuz biraz bakış açınızı genişletseniz fena olmayacak.

Mesele erkek ne ister  ya da kadın ne ister değil aslında. Futbolsever ne istere odaklanmak lazım. Ne bileyim reklamın birinin konsepti  erkek ne ister olur ama bir diğeri kadın ne ister .. Bir diğerinde hiç kımıldamadan maç izleyen bir grup izleyici olur, yine bir diğerinde ailece maç izlenir. Seyirciyi kucaklamanız lazım beyler, bayanlar... Onları kalıplara sokmanız değil. Bir futbol sever olarak ve bir kadın olarak göz ardı edilmek istemiyorum. Ayrıca futbol sever kişilerin zannettiğiniz gibi bir imajı da yok tekrar hatırlatmak istiyorum .

***



Aslında vazgeçemediklerim altında yazmak istemiştim ama madem söz futboldan açıldı, haydi bir kaç kelam edelim.

Öncelikle bir grup hem cinsimin "22 tane adam bir topun peşinden koşturup duruyorlar! " sığ görüşü hakkında birşeyler söylemek istiyorum. Sahada ki 22 sporcunun iki tanesi kaleci olup, topun peşinden koşmaktan çok topun kendisine gelmesini bekliyorlar ki ekranda küçük görünüyor olabilir ama topun girmesini engellemeye çalıştıkları kalenin eni tam yedi metre ( bunu filmlerde abartılmak istenen sahnelerdeki boğuk sesle söylediğimi hayal edin lütfen ). Geriye kalan futbolcu arkadaşların ise hepsinin ayrı mevkisi ve görevi mevcut. Kendi içinde birçok kural içeren oldukça komplike bir oyun futbol (bkz : http://www.ebilge.com/12098/Futbolun_kurallari_nelerdir.html ). Ayrıca futbol bahsettiğiniz kadar basit bir oyun olsaydı, kadınlara yalnızca ofsaytı anlatmak için günlere gecelere ihtiyaç olduğu vurgulanan reklam filmleri çekilmezdi (bu da kadın düşmanı kadın cümlesi gibi mübarek :)).

Bir de bu işi abartan hemcinslerim var tabi. Sevgilisiyle telefonda daha birbirlerine günaydın demeden transferleri konuşanlar ( bu arkadaşım doğum tarihimin 6 kasım olmasını kıskanan fanatik bir fenerbahçelidir ), her gün bir gazetenin yanında ilave olarak almaları gerekirken yalnızca spor gazetesi alanlar, telefon müziğini takım marşı yapanlar, stada gittiklerinde kendilerini kaybedip küfür edenler  vs. Şaşırmayın var böyle kadınlar! Hayır kadınlar pek orta noktada duramaz zaten öyle bir kutuplaşma ki bir tarafta çok sevenler bir tarafta sevmeyenler. Kocasının takımını tutan kadınlar var istisna. Ömrü boyunca takım tutmamış , aile saadeti için takım tutuyor. Ne büyük fedakarlık! Yine sardım kadınlara...

Benim futbol ve Beşiktaş sevgim çocukluk yıllarım da başladı. İki erkek kardeşle aynı odayı paylaşınca doğal olarak ilgilenmeye başlıyorsunuz futbolla. Babam ve büyük abim Beşiktaşlı, diğer abim Fenerbahçeli. Annem tarafsız, ablam da futbolla ilgisi olmayan ama söz konusu taraf olmaksa Beşiktaş ' ın tarafında. Odamız da Beşiktaş takım ve Metin Tekin posteriyle büyüdüm ben. Çocukluk hali Metin 'in karizmasından ve yakışıklılığından etkilenmiş olabilirim. Sonra siyaha ve bayaza olan tutkum, kartallar gibi yalnız uçmayı sevişim derken, bir Beşiktaş aşkıdır filizleniverdi işte. Ama evde erkekler olmadığı zaman bile televizyonda Avrupa'dan Futbol programını izleyecek futbol sevgisi nasıl gelişti bunun bir tarihçesi yok. Ve karşı cinslerimin haftalık programlarını futbol maçlarına göre düzenliyor olmalarını çok iyi anlıyorum( vardiyalı çalıştığım zamanlarda bjk maçlarını izleyememek üzücü oluyordu gerçekten). Ama taraf olmayı abartıp, bunun için kimsenin kalbini kırmam ( örnek bir taraftarım ). Ayrıca  ben de sporcunun zeki , çevik ve ahlaklı olananı severim...

Futbol gerçekten keyifli bir spor. Ayrıca taraf olmak ve zaman zaman taraf olduğunuz takımın üstünlüğü sizi hayat için motive edebiliyor. Saçma ama böyle, modern teselliler dünyası. Yeni sezon hepimize hayırlı olsun ...




9 Ağustos 2010 Pazartesi

Pesimist Sultan

Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortada su şişesi bir yazı olsun. Ve bu ilk cümleyi tek nefeste okuyamayanlar, okumaya  devam etmesin...

Uzun zamandan sonra kendime bir 'nick' buldum, şimdikiler böyle diyor; Pesimist Sultan. Öyle kimlik bunalımı, kendini gizleme çabasıyla değil, ismimi bazı kelimelerin arasında uzun gördüğüm, bazen bazı şeylere fazla geldiğim için. Şu cümleden sonra narsist sultan da diyebilirdik efendim lakabıma amma... Neyse aslında bu ismi ben değil entellektüel bir erkek arkadaşım buldu ( öküzün yazısına tekrar yorum yazmayıp burdan giydirmek istedim (bkz öküzün önde gideni (blog))). Geçenlerde bir hayır işini konuşurken halimi sordu. Dedim bilirsin deniz dalgalanmadan durulmaz. Benim gibi su grubu mahlukatın hayatı bir arafta, med cezir oynamakla geçer. O da pesimist sultan deyiverdi gayri ihtiyari. Birden isimle bütünleştim. Dedim ki bundan sonra mahlasım "pesimist sultan " olsun, bu mahlasın ilanı tiz google' a bildirilsin. Duyduk duymadık demeyin, peynir ekmek ya da pasta yemeyin; Aslıhan Sultan oldu, Pesimist Sultan!

Son günlerde , blog yazma hevesi internette daha fazla vakit geçirmeme sebep oluyor. Blogları gezip fikir ediniyorum, okuyup gülüyorum, okuyup sövüyorum, okuyup geçiyorum, okuyup seçiyorum. İsimsiz yorumlar, isimsiz yazılar, isimsiz sorular, isimsiz yalanlar...

Sanal dünyada insanlar da sanal sanırım. Bu bir sanrı kesin kanaatim değil belirteyim de burdan gol yemeyeyim. Enteresan yazılar dönüyor ortalıkta... Mahlasla değilde herkesçe bilinen isimleriyle aynı şeyleri yazar mı bu insancıklar bunu merak ediyorum. Bazen öyle çok şaşırıyorum ki, yaşadığımız yer İstanbul, İzmir, Kayseri, Adana, Mersin, Zonguldak, Ankara, Trabzon, Sinop, Balıkesir değil de New York, Los Angeles, Paris, Amsterdam ( valla hele bu memlekette olduğumu sandığım vakitler öyle çok ), Berlin, Madrid, Sidney, Roma, Cenevre yahut Lizbon zannediyorum. Erkeklerin hepsi Nip Tuck 'tan Christian Troy(izliyorum itiraf ediyorum), kadınlar Sex and The City' den Samantha Jones olmuş(Buna uzun süre dayanamadım). Vay anasını diyorum!

Ben öyle söylemeye korktuğum şeyleri  daha rahat söylemek için sahte isim sahibi olmadım sanırım. Eee bu da bir sanrı hayde bende önüme gelene sallayayım, aklıma geleni koy vereyim, savulun ülen yeminimi bozdum diyeyim. Hiç gerek yok!  Sanal dünya azıcık gerçek insan görsün...

Not:Yazı sahibi zamanla bir optimiste dönüşmüştür.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Vazgeçemediklerim Vol1

Öyle çok özlemişim ki onu. Şöyle sağ yanıma ilişmesi, öyle nazlı nazlı homurdanması, güzel kokusuyla beni zaptu rapt altına alması...

İlişkimizin başlangıcı yedi sekiz yıl öncesine rastlar. Tereddütle yaklaşmıştım ilkin ona. Ne de olsa bir ottum o zamanlar. Bana yaşatacağı duygudan öyle çok korkmuştum ki, daha ilk solukta nefesim kesilmişti ( öksürük krizine tutuldum desem daha doğru olur ).

Üniversite yıllarındayız. Onu Çemberlitaş'ta bir kahvehane de farkettim. Bütün herkesin gözü ondaydı. Kravatını bağlamayı bilmeyen liseli talebelerin bile gözü onun üzerindeydi. Herkes tek bir yakın nefes için nefes nefese kalmıştı. Ortalık öyle kalabalık ve herkesin gözü ondayken, birden ve aniden onun benimle ilgilendiğini farkettim. Diğerlerini daha önce de görmüştü, onlar artık eskiye karışmış, fazlasıyla alışmışlardı ona. Ciğerini biliyordu hepsinin, ciğersiz olanları çoktan def etmişti başından...

İşte onun beni istemesiyle başladı her şey. O gün nasıl koktuğunu hatırlamıyorum. Ama şöyle dediğimi hatırlıyorum, hatta heyecandan nara atar gibi söylemiş olabilirim: " Bana bir kağıt kalem getirin ciğerimin resimini çizicem! "

Nargile ile ilk tanışmamız böyle oldu işte. Onun içildiği mekanlardan dışarıya taşan kokusunu bilirdim önceleri, sonra o kokuyu bir kez soluyunca vazgeçilmezlerimden oldu. Uzun bir aradan sonra dün yine birlikteydik Tophane sırtlarında. Sürekli köz istedi durdu, o da beni özlemiş. Elma kokulu güzel bir akşam sefası yaptık birlikte...

1 Ağustos 2010 Pazar

Kǒng Fū Zǐ




Bugün son günlerde söz ve öğretilerinden fazlaca feyiz aldığım Konfüçyüs'un hayat hikayesini anlatan Çin yapımı " Konfüçyüs" filmini pazar kahvaltıma katık ettim. 2010 yılı yapımı film kah ağlattı, kah güldürdü. İnanmış bir adamın ve kayıtsız şartsız onun peşinden giden müridlerinin ibret dolu yaşam öyküsünü izledim. Sadece söylememiş, söylediklerini uygulamış ve söylediği gibi yaşamış bir düşünür Konfüçyüs. Kendisi de demiş ya " İyi insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen adamdır! " diye.

Uzak doğu yapımı filmleri çok başarılı bulurum. Anlatımı sade, verdiği duygu yoğundur. Ama biyografik filmlerin hangi ülkede yapılırsa yapılsın ayrı bir tadı var. Ne de olsa yaşanmış olan, kurgulanmış olandan hep bir kaç gömlek daha üstün oluyor. Çünkü tarih;  insanlara, topluluklara, milletlere güç veriyor. Ve bu güç dünyayı daha güzel bir yer yapmak konusunda mücadele azmini ateşliyor (Ne gaz verdim be!)

Konfüçyüs'un filmde geçen bir sözüyle tamamlayayım:

"Bir adam dünyayı değiştiremiyorsa, en azından kendi dünyasını değiştirmeyi denemelidir."

Not: Bu filmin yanı sıra adalet ve sevgi kavramlarını yakın tarihte dünyaya tekrar hatırlatan Mahatma Gandhi'nin hayat hikayesini anlatan 1982 yapımı "Gandhi" filmini de muhakkak izlemenizi öneririm. Ben Kingsley'in muhteşem oyunculuğuyla hayatınıza meşale tutacak bir yaşam öyküsü daha izleyeceksiniz.

İyi Pazarlar

31 Temmuz 2010 Cumartesi

BİZİM TÜRLER

Şunu anladım ki, yaratıcılığımın önündeki tek engel çalışma hayatım! Sabahtan akşama bir binanın sekizinci katını mesken tutarak gözlem de yapılmaz, yazı da yazılmaz. Bugün bir metrobüse bindim; gözüm gönlüm yetmedi, zihnim açıldı resmen.

Yaşadığınız şehir soluk alıyor derler ya bu doğru. Her şehir koca bir organizma gibi. Ancak sürekli hareket halinde olan ve envai çeşit insanı barındıran İstanbul daha çok bir “insanat bahçesi” gibi. İşte o bahçede mevcut bazı türlerden bahsetmek istiyorum size.

İş hayatı servisle seyahat etmeye alıştırsa da okul zamanından kalma bir otobüs kültürümüz var çok şükür. Hep otobüsle yolculuk eden bir çalışan grubu vardır bu şehrin. Bu türe ben "homo sapien bus station" diyorum. Bu abla ve abilerin tüm hayatı sanki otobüs duraklarında geçmiştir. Hangi otobüs ne zaman gelecek, nerede duracak, otobüsün ön kapısı durağın hangi santimetresine denk gelir, binerken hangi tarafa doğru yönelirsen oturma şansın daha yüksek olur, önden binen nasıl ekarte edilir gibi bilgilere sahiptir bu kişiler ve bu profesyonelleri geçipte oturmayı başarabileniniz varsa tebrik etmek isterim. Yalnız bu durumu yaşadıysanız bilirsiniz, otursanız bile zafer kazanmadınız çünkü bu tür üstünlüğü ele geçirmeyi çok iyi bilir. Önce oturduğunuz koltuğun önündeki yaslanma yerinden tutar ve vücutlarını üzerinize yaslamak suretiyle iteklerler. Bu türün kadın olanı oturanı rahatsız etmek için daha çok çantasını kullanır ve sizinle göz teması kurmak için fırsat kollar. Bir de yaşça üstünlüğü varsa hiç şansınız yok, koltuğu devretme zamanı gelmiş demektir. Oturmayı başardıktan sonra hemen uyuma moduna geçen bu türün gözü ineceği durak gelene kadar açılmaz. Arada bir göz ucuyla durak kontrol edilir ama bu süre kimseyle göz teması kurmayacak kadar kısa olur. Ayakta duran kişi oturanlara göre biraz daha fazla kalori harcar, ama bu oturmak için harcanan kalori kadar fazla değildir.

Bu şehrin en gözde türlerinden biri de Homo Sapien Emo'dur. Bu türün yaş aralığı 15-25 tir. Bu ağabeylerin paralı olanları marka, olmayanları marka taklidi giyer. Tercih ettikleri renk siyahtır. Ağabey dediysem yanlış anlaşılmasın bu türünde erkeği ve dişisi mevcuttur. Erkek olanlar uzun bıraktıkları saçlarını jöle ile sıvayıp kafalarından bir karış yukarı kaldırırlar. Omuzları düşük, ifadeleri karamsardır. Bu türün dişisi fazla uzun olmayan saçları ama gözünü ve yüzünün bir kısmını kapatacak perçemleri tercih eder. Göz kapaklarını tamamen siyaha boyar ve göz akı gözükmesin diye başı sürekli öne eğik yürür . Bu türün cinslerinin ortak özellikleri ise bedenlerine birkaç beden büyük düşük bel pantolonları ve olmadık yerlerine takıştırdıkları küpelerdir. Bu gençler kendilerine pekte sevgiyle yaklaşılmadığı halde hayatlarından memnunlardır. Bu çocukların öyle çokta itilmiş horlanmış bir halleri yoktur ama yeni çağın işine geldiği gibi davranma modasını çok iyi icra ederler. Yine de yeni nesil ana babalara tavsiyem emo görünce kapatsınlar küçük çocuklarının gözlerini; ağlamasınlar yavrucaklar mücrim gibi baktıkça istikballerine…

Aman unutmayalım bir de Homo Sapien Couple türü var. İsminden de anlaşılacağı üzere bu türün bir teki bir erkek ve bir dişiden oluşur. Erkek olan genel itibariyle pekte yakışıklı olmayan ama havalı tiplerdir. Güneş olmasa bile güneş gözlüklerini kafalarına ya da normal homo sapien türünden biraz fazlaca açtıkları gömlek yakasına iliştirirler. Ayrıca yine diğer gruptan ayrılan renk tercihleri dikkat çekicidir. Mor ya da pembe giyerler. Türün dişi olanı genelde sahte sarışındır ve bu ablalar her zaman çantalarını taşıyamayacakları kadar kalabalık tutar ve genelde tek ellerini erkek türünün bir eline kenetlerken çantalarını da erkek türün diğer eline tutuştururlar. Tutuşturmak dedim ama bu türün erkeği çanta taşımaya pek meraklıdır ve hiçbir zaman bu kadar ıvır zıvır doldurulan bir çanta neden taşınır sorgulamaz. Bu beni sarışın ırkın düşünme kapasitesindeki eksikliğin bulaşıcı olabileceği sonucuna ulaştırmıştır ki bu tür benim en çok gözlemlediğim ancak baktıkça rahatsızlık duyduğum bir gruptur.

Dedim ya İstanbul bir insanat bahçesidir. Öyle saymakla anlatmakla bitmez bu şehrin insanatları. Fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim, sözüm olsun. (Tutamadı :))



22 Temmuz 2010 Perşembe

ELİF

Büyük bir kalabalık… Nazım,” Sen de artık herkes gibisin” dediğinde gözünüzde canlanan tablo gibi. Birbirine benzeyen bir sürü insan. Yanınızdan geçen bir sürü siz. Yanımdan geçen bir sürü ben! Yüzler silik. Garip bir şekilde umut dolu sanki herkes. Şarkı da dediği gibi “bir umuttu yaşatan insanı”… Ve her şey bir umutla başlamıştı.

Yoğun bir çalışma günü, ardından büyük bir kalabalık. İş sonrası arkadaşlarla ve bir bardak içecekle konuşup durduğumuz hayallerimiz.

Ama bugünden aklımda bir tek Elif kaldı. Elif ‘te kaldım ben. Elif Arapça'nın ilk harfi. Vahdeti temsil ediyor. Kelime manası dost, sevgi demek. Elif demek bir olmak, bir olanı idrak etmek demek aslında. Ben Elif ‘te kaldım çünkü Elif umut demek!

Bir otobüsün camından bakan bir çift göz düşünün. Öyle bir çift göz ki gördüğü her şeyle yeni tanışıyor. İnsanlar devler, binalar dağlar gibi. Bir çift göz düşünün; pırıl pırıl bakıyor, gülmekle ağlamak arasında sıkışmışlar. Camla önünde engeller var. Çırpınıyor, daha şimdiden engel tanımak istemiyor. Ağlıyor, nazla niyazla her isteğini yaptırıyor. Gülünce hepimiz gülüyoruz, bir ağlıyor hepimiz de iç geçirircesine bir ayyyy peydah oluyor. Bir ‘ce’ yapınca gülüyor da, diğer sözleri somurtmak için bahane sayıyor.

Elif daha on aydır bizimle yaşıyor. Bizimle dediysem dünya insanlarıyla... Anne demeyi öğrenmiş. Otobüsün korkuluklarına korkusuzca tırmanmak istiyor. Kolları, bacakları yumuk yumuk. Öyle tombulluktan çukurlar oluşmuş dirseklerinde. Bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyormuş gibi. Biz soytarı, o ise kral…

Dedim ya ben Elif te kaldım çünkü Elif umut demek! Hep iç geçiririz ya “ah çocuk olsam “ diye. İşte o özgürlüğü ne zaman kaybettiğimi düşünüyorum. Ben de Elif  olmuştum bir zamanlar, hatırası sehpanın üzerinde bir fotoğraf. Elime mızmızlanmayayım diye bir saat tutuşturulmuş, kulağımda inci küpeler var. Şimdi Elif ‘e bakıyorum; sonradan öğrendiğimiz o kötü duygular olmadan nasıl da mücadeleci ve nasıl da dünyanın hakimi olduğumuzu görüyorum.

Elif olmak istiyorum. Artık mümkün değil biliyorum. Ama bir gün Elif 'lerin kim olduklarını unutmadıkları ve sonradan öğretilenlere aldanmadıkları günlerin gelmesini umut ediyorum. Ne de olsa bir umutla başlıyor her şey!

1 Temmuz 2010 Perşembe

DEVASIZ DERT


Yaydan fırlayan bir ok gibidir ağızdan çıkınca bir söz. Ve hiç geri dönmüş değildir atıldıktan sonra bir ok.

Seli başından bağlar ileriyi gören kişi. Ve geçtiği yerleri harap eder baştan bağlanılmayan sel.

Ne tükenmez hazinesin sen ey dil ve ne devasız bir dert!..

Mesnevi I , b. 1724 - 1726

SUÇLAMA

Söyle dilim! Ne zaman öğrendin konuşmayı.

İlk kelimen ilk unutuşum…

Sen sebep oldun! İlk kez insan oldum o kelimeyle.

Acaba anne mi demiştin? O kutsal kelimeyle mi kandırdın beni?

Hep güzel şeyler söylerim zannettin değil mi?

Anne dedin sevgiyi çağırdın, baba dedin güveni.

İsimleri öğrendin tek tek.

İnsanları gülümsettin, ağlattın belki.

Her kelime de daha fazla hikmet var sandın, unutmazsın dedin.

Ama unuttum!

Her gün yeni kelimeler ekledin haneme

Hepsini ezberlettin bir gün lazım olacak diye

Sonra kelimeler arttı da arttı...

Kıskançlığı dışa vurmayı öğrendim,

Belki masumdu cümle “Benim babam senin babanı döver. “

İlk tren o gün kaçmıştı işte.

“Seni seviyorum annecim “ demiştim ,

“Senden nefret ediyorum” demeyi öğrendin.

Sevgiyi çağırmayı öğrettiğin gibi onu kovmayı da öğrettin.

“Beni yakalayamazsın! “ deyip tahrik etmeyi,

Sobe  deyip mağlup etmeyi öğrettin.

Daha çocukken çaldın masumiyetimi...

Önce seninle suç işlemeyi,

Sonra seninle o suçu inkar etmeyi,

İnkarımı pekiştirmek için yemin etmeyi öğrettin!

Sonra yetmedi, yeminimden dönmem için bahane bulmayı …

Bahanelerle kalp kırmayı,

Bencilliğimi utanmadan söylemeyi öğrettin.

Hepsini sen öğrettin! Sen!

***

Yoksa dilim, bunları sana ben mi öğrettim?

Ben mi ezberlettim o kelimeleri tek tek?

Ben mi çaldım senin masumiyetini?

Yine bir suçlu arıyorum değil mi?

Sus öyleyse dilim, sus artık!

Rumi‘nin kemikleri daha fazla sızlamasın…


01.07.2010

İlk manzum çalışmam olarak kayıtlara geçsin...

28 Mayıs 2010 Cuma

LOST FİNALİ


Onlarda adanın sırrını hiçbir zaman öğrenemediler !

Dünyanın en çok izlenen dizileri arasında yer alan LOST final bölümüyle ekranlara veda etti. Ancak veda şekli ben ve bütün LOST severleri hayal kırıklığına uğrattı.

Meğer 6. Sezon'un başından bu yana izlediğimiz ve paralel evren olduğunu düşündüğümüz hayat bizim dizi tayfasının öldüklerini anlayacakları bir çeşit arafmış. Yani yapımcılar finalde ne adayla ilgili ne de orada yaşanan olağanüstü olaylarla ilgili hiç birşey açıklamamışlar. Hayır, ada gerçekmiş orada yaşananlar yaşanmış ama neden yaşanmış bir cevabı yok. Ada'da yaşananlar bu insanların hayatlarının en önemli hadisesi ve dönüm noktasıymış ki arafta yine birbirlerini bulup cennete ya da bir başka yere birlikte ilerleyeceklermiş.

Bu durumda ben "Hadi men, come on!" demek istiyorum. Daha ilk sezonun ikinci bölümünde siz şu soruyu kafamıza sokmadınız mı; "Where are we ? " Adanın olağanüstü iyileştirme gücü, yüksek manyetik alanı, zamanda yolculuk, anubis heykeli... Tüm bu detayların cevapları nerede ?

Yani dostlar kandırıldık! Keşke ilk iki sezon da  anlatılan insan hikayeleri ile devam edip bu kadar soru yaratmasalardı kafamızda. O zaman mevcut son bizi huzursuz etmezdi. Hatta tadı damağımızda kaldı derdik. Ama olmadı, beceremediler!

Artık diyecek tek şey var ; onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

Bir de ölürsek arafına at bizi Ya Rab!

Aslıhan ( Lost Mağduru )

Lost finali ile ilgili medya haberleri :

http://cadde.milliyet.com.tr/2010/05/28/HaberDetay/1242129/ada-cennetten-onceki-son-durakmis
http://www.ntvmsnbc.com/id/25098884/
http://www.milliyet.com.tr/lost-un-finali-hayal-kirikligi-yaratti/yasam/sondakika/24.05.2010/1242027/default.htm



23 Mayıs 2010 Pazar

LOST



Yıllardır hepimiz bu anı bekledik. Bugün altı yıldır zaman ayırdığımız, emek verdiğimiz, kafa yorduğumuz, heyecanla beklediğimiz, gelmiş geçmişlerin en iyisi dediğimiz, bir türlü sırrına vakıf olamadığımız dizi Lost'un final bölümü yayınlanıyor. Final bölümü sinema filmi tadında iki saatin üzerinde bir yayın süresi ile izleyiciyle buluşacak ve ben bekleyemem, dayanamam diyenler için de Dizi Max'te sabah 05.00 - 09.00 saatleri arasında tüm dünya ile aynı anda  yayınlanacak. Büyük final öncesinde dizi karakterlerinin hikayelerine tekrar göz atılan yine yaklaşık iki saatlik bir gösterim olacak.

Ben arkadaşlarla birlikte izleyeceğime söz verdiğim için Perşembe gününü beklemek zorundayım ama ilgilenenlere duyurmak bir Lost olarak boynumun borcu.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Parantez



 Up In The Air filminin cazibesi yalnızca Oscar adayı olmasından değil, başrol oyuncusunun o çekici gülümsemesiyle George Clooney olmasından geliyor.

Film bulutların üzerinden seyredilen bir şehir manzarası ve güzel bir müzikle başlıyor. Ardından işi çeşitli eyaletleri dolaşıp insanları işten kovmak olan, düzenli bir yaşamı olmayan ve uçaklarda seyahat ederek ömrünü geçiren bir adamın hikayesini izlemeye başlıyorsunuz. Ryan işi gereği bağlılıklara inanmıyor ve verdiği seminerlerde bir sırt çantasına doldurduğu somut ve soyut dünyayı bir şekilde kendine yük etmekten kurtulmak gerektiğini anlatıyor.

Sonra kendisi gibi seyahat ederek çalışan Alex ile tanışması ve işi öğretmek için yanında gezdirdiği çömezi bir an da o güne kadar inandığı değerlerini sorgulamaya başlamasına sebep oluyor. Alex ile olan ilişkisine kendince anlamlar yükleyen esas oğlan kız kardeşinin düğününe onunla birlikte gidiyor ve hayatında ilk kez sırt çantasında omuzlarını acıtan kocaman bir yalnızlık taşıdığını fark ediyor .

Buraya kadar her şey güzel, insanın doğasının yalnız olmakla bağdaşmadığını ve hayatının bir noktasında bir hayat arkadaşına ya da bir aileye ihtiyacı olduğunu anladığı pek çok film izlemişsinizdir. Bu farkındalık muhtemelen hepinizi heyecanlandırır ve kendinizle özdeşleştirdiğiniz film karakterinin daha mutlu bir geleceğe olan yolculuğunun coşkusuna kapılırsınız. İşte film size önce bu kapıyı açıyor . Hayat felsefesini sorgulayan Ryan bir seminerin ortasında anlattığı şeylere artık inanmadığını fark ediyor ve kendini Alex'in yaşadığı şehre götüren bir uçakta buluyor . Alex'in kapısını çalıyor ve ta ta, onun zaten eşi ve çocuklarıyla yalnız olmadığı bir başka hayatı var!

Kapı suratınıza kapandı değil mi? Daha bitmedi, Ryan ve Alex arasında geçen bir telefon konuşmasına şahit oluyorsunuz. Alex, “Sen bir araydın, hayatıma açtığım bir parantez!“ diye başlayıp devam eden birkaç kelam ediyor. Sonrası yalnızlığına dönen bir adam ve film boyunca düşündüklerini bir yutkunmayla sindiren bizler.

Filmin o boğazınıza oturttuğu yumru ve midenizdeki karıncalanma sanırım hayat denilen şeyin tam da kendisi. Çok katlı binalara taşınmış şirketlerde hapsolmuş yalnız insanlar… Başkalarının hislerini hiçe sayıp kendine parantez açanlar! Ve yanınızda kim olursa olsun yalnız öleceğiniz gerçeği. İşte karmaşık bir sürü duyguya kapılacağınız, gerçekten harika bir film…

Son birkaç cümle daha: Hayat devam ediyor! İnsana insan gerek, geç olsa da öğrendiniz belki. Birilerinin hayatında bir nokta olabilirsiniz. Belki bir ünlem! Ama kimsenin hayatında parantez olmak zorunda değilsiniz. Çünkü en değerli sizsiniz...

Film yorumumu bir motivasyon yazısına dönüştürdüğüm için kendimi ayrıca tebrik ediyorum... :)

4 Nisan 2010 Pazar

İyi ki Doğdun Heath Ledger


Bugün Heath Ledger 'ın doğum günü. 2008' de intihar ederek ölen Ledger, The Dark Night ve Candy filmleri ile gönlüme taht kurmuş bir oyuncudur. Ölüm şekli ise bu kadar naif ve başarılı bir insan olduğu düşünülürse oldukça üzücü. Hep hatırlayacağız...

Bir Garip Pazar Günü

Birkaç gündür uykusuz olmanın verdiği yorgunluk ve bezginlikle yollara düştüm bugün. Uzun zamandır bir Pazar gününü dışarıda geçirmediğimi farkettim. Hava sıcak, gökyüzü mavi, hafif esinti var. Sokaklar kalabalık... Hele ana caddeler tıklım tıkış, insanlar tek sıra halinde yürüyorlar. Gün öyle bir gün ki açıköğretim sınavları, mitingler, gezmeler tozmalar çakışmış. İnsan sesleri sanki havaya çarpıp geri dönüyor, öyle bir uğultu var.

Miting Notları

Yeni bir siyasi parti kuran Mustafa Sarıgül Avcılar‘a geliyormuş. Yol boyu sarı şapkalı insanlar görüyorum. Partinin adını bilmiyorum. Kısaltması TDH. Türkiye Demokrasi Hareketi diye açılımı yapıyorum ama oradaki “D” demokrasiyi değil değişimi simgeliyormuş. Pankartları görüp parti ismini de öğrendikten sonra bu hareketi desteklediği varsayımıyla meydanı dolduran insanların gerçekten ne kadar değişime hazır olduğunu ya da ne kadar değişebileceğini düşünüyorum. Bildik simalar var kalabalıkta. Yeni oluşumun kaymağını nasıl yerim diye hayal kurarken yol vermeyi akledemeyen şark kurnazları, siyaset kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen çocuğunu omzuna alıp çilesine ortak eden babalar, ev hanımlığını yemek tüketmekle eşdeğer sayan bir de fırsat bulmuşken meydanlara çıkayım diyen tombul ablalar. Gençler ortada yok! Daha kendi hayatlarını ve bakış açılarını değiştiremeyen insancıklar değişimin peşindeler.

Yol boyunca partililerin sloganı olan “Çare Sarıgül” yazılarını görüyorum. Ama pankartlara değil yol kenarında ki duvarlara sprey boyayla yazılmışlar. Büyükşehir Belediyesi bu mitingin izlerini silmek için epey masraf etmek zorunda kalacak gibi duruyor. Sol'un eski bir alışkanlığıdır duvar yazıları ve zaman zaman renk katar standart hayatlarımıza...
.

Yollarda

Uzun zamandır haftasonu ve bunca kalabalıkta toplu taşıma aracı kullanmamıştım. Metrobüs ile ilgili olumlu duygularımın hepsi altüst oldu. Açık öğretim sınavlarına denk gelen bir Pazar günü, sanki bilerek sefer sayıları azaltılmış. Normal şartlar altında (NŞA) dakikada bir kalkan otobüsler kaybolmuş. Metrobüs durağına girebilmek için insan trafiğinde beklediğime mi, dakikalarca gelmeyen ve insanların hurra bindiği otobüse itiş kakış sıkışmamıza mı, kalabalık yüzünden sırtıma yaslananlara mı, boş muhabbetlere kulak misafiri oluşuma mı, incir kabuğunu doldurmayacak bir mesele yüzünden birbirini yumruklayan insanlara mı , neye kızacağımı şaşırdım.

Bir Teoman şarkısı der ki; "Bir tren camından dünyayı gördüm , haline üzüldüm." Ben metrobüste öyle bir insan manzarası gördüm ki, kahroldum! Başarısız karayolu hizmeti de cabası oldu.

Yolda gördüğüm tek güzel şey bir ağaçtı. Edirnekapı şehitliğinin yamacında beyaz çiçekleriyle bir bahar ağacı... Gencecik yaşta yitip gidenlerin hiç göremedikleri gelini gibi. Öyle nazlı ve masum... İyi ki bahar var!

Açıköğretim Çilesi

Millette koltuk sevdası ben de diploma sevdası derken açıköğretime kaydolma gafletine düştüm. Liseyi bitireli on yıl oldu. Beş yıl üniversite, yaklaşık beş yıllık çalışma hayatı derken on yıldır mezun olduğum lisenin yakınından bile geçmedim. Öyle tahmin ediyorum ki ben görmeyeli birçok şey değişmiştir. Tanıdığım bir öğretmen kaldı mı okulda?  Gelin görün ki kopya usulsüzlük gibi eylemlerden korku mudur yoksa yine bir rant meselesi mi bilinmez, kendi oturduğum semtte açıköğretim sınavına giremiyorum.

Allah'tan imdadımıza yeni teknolojiler yetişiyor. Navigasyon denilen teknolojiyle artık yüreğimin değil telefonumun götürdüğü yere gidiyorum. Okul bulmak kolay. Bu yine de kendi mahallemde sınava girememe sorunum konusunda bir teselli değil. Çünkü öncesinde kalabalık, tıklım tıkış otobüs hengamesini atlatmam gerekiyor. İstanbul gibi nüfusun yoğun olduğu, trafik sorununun yaşandığı bir şehirde bilmediğimiz semtlerin bilmediğimiz okullarında ne işimiz var? Artık kendi eğitimcilerimize güvenme zamanı gelmedi mi?



30 Mart 2010 Salı

Kütüphane ( Anka Kuşu )

"Güzelsin biliyorum/
yerde gökte yoktur eşin...
Ama benim de gençliğim var/
o da bir defa gitti mi geri gelmez/
Söyle bana Anka kuşu/
bir ömrü adamaya değer misin?"

ERDAL İNÖNÜ

Can Dündar'ın kaleme aldığı 'ANKA KUŞU' adlı kitabı yeni bitirdim sıcağı sıcağına sizlere de tavsiye etmek istedim. Erdal İnönü ile söyleşi yapılarak onun anılarının yazıldığı bir kitap. Tabi çocukluktan itibaren bilgiler var ve Atatürk, İsmet İnönü ve ihtilal yıllarına ait çok enterasan anılar ve detaylar yer alıyor. İsmet İnönü'ye karşı önyargılı olduğuma kanaat getirdim mesela. Türkiye'de demokrasiye geçiş sürecinin ne kadar zor olduğunu ve bugünlerde demokrasi konusunda resmen altın çağımızı yaşadığımızı idrak ettim. Hoşuma giden birkaç konuyu sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Can Dündar İkinci Dünya Savaşı yıllarını soruyor; Savaş yılları gündelik yaşamınızı nasıl etkiledi? Mesela tasarruf önlemleri, sofradaki yemek vs.

"Yemek dikkatli yenirdi çünkü ekmek azalıyordu. Bunu farkediyorduk. Biz de Çankaya Köşkünde vesika kullanıyorduk. Türkiye'de başka aileler de olmayan şeyler, bizde de olmasın diye bir dikkat vardı. Hatta bir sefer hatırlıyorum, eve özel bir ekmek yapılıp getirilmişti. Bizim hoşumuza gitti. Babama da verdiler.O, "Nereden çıktı bu!" dedi. Anlattılar. "Bu özel bir şey; olmaz öyle şey," dedi ve biz kullanmadık. Bu dikkati hep gösterirdi. Onun dışında bir sıkıntımız olmadı bizim ..."

Konuşma arasında çok doğal bir üslupla espri yapıyorsunuz . ( C . D Yorumu )

"Ben konuşmayı seven bir insan değilim, az konuşurum. Birileri konuşurken dinlerim onları, hemen konuşmam. Böyle olmak insana vakit kazandırıyor. Başkaları birşey söyleyince hemen ortaya atılıp da ona cevap vermiyorsunuz. Biraz düşünüyorsunuz, gözlem yapıyorsunuz, hazırlanıyorsunuz. O zaman aklınıza bir şeyler geliyor ve onu söylüyorsunuz. İnsanlar heyecanla bir şeye kendini kaptırmışken birinin gerçekçi gözlem yapması, onları şaşırtıyor ve güldürüyor çok defa..."

....

"Küçükken babam bir konuşmada bana ‘Sonuna kadar görevimi yapacağım’ dedirtmişti. Bu söz, içime işlemiş. Okulda başladım. Üniversitede görevler yaptım. Ondan sonra siyasete çağırdılar, gittim. Bir yerde görev yaparsanız, başka bir görev veriyorlar. Ben de hep bana verilen görevleri yaptım.

Uğraştığım işlerin hiçbirinde büyük bir şey yapmadım; ama hepsinde azar azar bir şeyler yaptım. Öyle olunca insan birçok yerde iz bırakıyor, ama hiçbirinde çok büyük bir şey yapmamış oluyor.

Pişman olduğum bir şey yok, ama hayatım baştan yazılsa sadece bilimle ve yazmakla uğraşırdım.”

Deniz Baykal'ın daha eski yıllardan itibaren güvenilmez biri olduğuyla ilgili yorumları da var ama çok uzun yazamıyorum şimdi. Kendiniz okuyun, yorumlayın.

14.03.2010

Kütüphane ( Uçurtma Avcısı )

Uçurtma avcısı , her insanın öyküsünün çocukluğundan itibaren başladığını ve göğüsleyemediğiniz her imtihandan hayat boyu tekrar tekrar geçeceğinizi anlatan bir roman. Hiç bilmediğiniz bir ülkenin çocuklarının ve insanlarının dünyasını idrak ediyorsunuz kitapta. Ülke Afganistan …

Bir çoğunuzun Afganistan hakkında fikri olduğundan eminim, belki Taliban ya da Çeçen direnişçiler gibi kulağınıza çalınmış birkaç kelimeniz var, belki arkadaş ortamlarınızda yıllardır yaşanan ve süre giden işgal hakkında ahkam kestiğinizde olmuştur. Neden böyle söylüyorum ? Geçenlerde Hilmi Yavuz internet üzerinde rastladığım bir yazısında Uğur Mumcu‘nun cehalet tanımına değiniyor; “ Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak “. Bunun hepimizin genel geçer bir alışkanlığı ya da hastalığı olduğu gerçeğine uyandırmak istiyorum sizleri. Ve yanlış anlaşılmasın eleştirmiyorum, özeleştiriyorum .

Kitaba dönecek olursak bir yaşam öyküsü olmasının yanı sıra Afgan tarihine kısa bir bakış atmanızı sağlıyor ve sizi fikir sahibi olduğunuz bir konu da bilgi sahibi olmaya yönlendiriyor. Emir ve Hasan, Kabil‘de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk. Hasan Afganistan'da pek sevilmeyen bir azınlık olan Hazaralara mensup, babasıyla birlikte Emir‘in ailesinin yanında hizmetli olarak çalışıyor. Fakat bu sınıf farkına rağmen dost olmayı başaran bu çocukların öyküsü Emir‘in bu dostluğa olan büyük ihanetiyle sekteye uğruyor. Daha sonrası ise mükemmel ve sade bir anlatımla 30 yıl sonra da olsa baş edemediğiniz imtihanınızla yüzleşmenizi anlatıyor ve öykü artık sizin öykünüz oluyor.

Kitaba ağlatan roman diyorlar! Bu benim gibi sulu göz bir okuyucunun yorumu da olabilir. 2006 – 2007 yıllarında Penguin / Orange Readers‘s Group Ödülü‘nü kazanmış ve dünya da 8 milyonu aşkın kişi tarafından okunmuş. Kitaptan uyarlanan film “Kite Runner “ 2007 yılında gösterime girmiş.

Kitaptan alıntılar :

“Artık Baba‘nın yanıldığını görebiliyorum; bir Allah var. Her zaman da vardı. O‘nu burada, bu umutsuz, yılgın koridordaki insanların gözlerinde görebiliyorum. Burası Allah‘ın gerçek evi; O’nu kaybedenler O’nu yine burada bulabilir – göz kamaştırıcı ışıkları, göğe yükselen minareleriyle o beyaz camide değil. Allah var, olmalı. Şimdi dua edecek O’na yakaracağım; bunca yıldır O’nu ihmal ettiğim, yalan söylediğim, hiçbir cezaya uğramadan, özgürce günah işlediğim için! Bir de O’na, bunca zaman görmezden gelip şimdi sıkışınca, sırf ihtiyaçtan başvurduğum için bağışlamasını isteyeceğim. Kitabın söylediği kadar merhametli, verici rahim olduğu için O’na yalvardığımı açıklayacağım…Yeter ki duamı kabul etsin, şu tek arzumu yerine getirsin: Hasan‘ın kanı ellerime bulaştı; oğlunun kanının da bulaşmaması için Sana yalvarıyorum. “

“ İslamabat‘a kadar olan dört saatlik yolculuğun neredeyse tamamında uyudum. Bir sürü rüya gördüm, çoğunu karmakarışık imgeler halinde anımsıyorum; beynimden hızla akıp geçen, silik sahneler: Baba on üçüncü doğum günüm için kesilen kuzunun etini terbiye ediyor. Süreyya‘yla ilk kez sevişiyoruz, güneş doğudan yükselmekte, düğün marşı hala kulaklarımızda çınlıyor, kınalı elleri benimkilere kilitlenmiş... Hasan‘ın pantolonundan sızan kan karın üzerinde kopkoyu, neredeyse siyah görünüyor. Kan çok güçlü bir şeydir, baçem. Cemile Hala Süreyya ‘nın dizine dokunuyor, en iyisini Allah bilir; demek ki böyle yazılmış, diyor. Babamın evinin damında uyuyorum. Baba tek önemli günahın hırsızlık olduğunu söylüyor . Yalan söylediğinde bir insanın gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Rahim han telefonda, bana yeniden iyi olmanın bir yolu vardır, diyor. Yeniden iyi biri olmak mümkün … “

11.03.2010

Kütüphane ( Senelerce Senelerce Evveldi )

Cemil Meriç Jurnal'de: "Zamanı saçlarından yakalamak yayındandan çıkan oku tutmaktan güç!" diyor. Gerçekten öyleymiş ki en son kitap mailini bundan tam bir ay önce atmışım. Bir ayda sadece bir kitap okuyabilmiş olmak üzüntü verici ancak en azından bir kitap daha okuyabilmiş olmak sevindirici.

Aslında kitaptan önce yazarından ve bugüne kadar okuduğum kitaplarından kısaca bahsetmek isterim. Selçuk Altun , Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik okumuş, yıllarca bankalar da yöneticilik yapmış. Ama bu arada durmamış biriktirmiş, durmamış yazmış. İlk okuduğum kitabı Oktay Rıfat'ın meşhur şiirinden ismini alan Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir. İkinci kitabıysa aynı kitabın devamı olan " Bir Sen Yakınsın Uzak Kalınca. Derken efendim Annemin Öğretmediği Şarkılar ve en son Senelerce Senelerce Evveldi. Selçuk Altun öyle Sefiller 'i, Tutunamayanlar'ı anlatan bir yazar değil. O karakterlerinin iyi tahsilli olmasına, klasik müzik sevmesine, kitap ve sanata tutkun olmasına ve mümkünse babadan kalma ya da havadan bir yerlerden gelme servet sahibi olmasına dikkat ediyor. Entellektüel birikimi, parası ve bol vakti olan bu insanları kimi zaman dünyanın en iyi yazarının, kimi zaman bir Edgar Allan Poe hikayesinin peşinde dünyanın bir ucundan diğerine sürüklüyor .

Gelelim kitaba, kitap 30 yaşına kadar özetlenmiş bir hayat hikayesiyle başlıyor. Karakterimiz Kemal Kuray' ın hayatı 30 yaşında kullandığı F-16 uçakla kaza yapması ve askeri görevinde gözden düşmesiyle bir anda değişiyor. İşte ondan sonrası bir Edgar Allan Poe hikayesi tadında. Kemal bir başkasının yazdığı bir hikayenin parçası olduğunu bilerek yeni yolunda ilerlemeye başlıyor. Kitapta karşınıza çıkan her karakterin yaşam öyküsünü ve kırık dökük aşklar haritasını bulacaksınız. Yolun sonunda sizi bir soru karşılayacak; Göz gör(e)meden gönül sever mi ?

Kitaptan alıntılar da yapmak istiyorum zira bunlar kitabı satıyor:

" Gelecek geçmişi aratmayacak " diyor İçimdeki Ses. Ona inansam mı? Ölümden dönerken yaşama küsmek, sınav değilse ödül müdür? Müzik tutkumdan ürkünce de uyarmıştı İçimdeki Ses. Bir ney taksimiyle irkildiğimde, beş yaşındaydım. Halama dönüp, "Bu konuşan Allah Baba değil mi ? " demişim.

***

Cennet/Cehennem, Geçmiş/Gelecek ve Gündüz/Gece koordinatlarını kucaklayarak kendimi bir tefekkür labirentine attım. Bu çıkmazdan kurtulduğumda; artık bir Poe karakteriydim.Rolümün hakkını verebilmem için maddi açıdan da kudretli olmak ve sırtımda ki gizem pelerinini asla çıkarmamam gerekti.

***

"Sana bir mesajım var genç hemşerim; hayatında unutulmaz bir kadın olmayan bir erkek , bu dünyada yaşamamış, var olmuştur."

12 Şubat 2010

Kütüphane ( Tanrılar Okulu )

İki yıldır sürekli üzerinde düşündüğüm ve ikinci kez okuma ihtiyacını hissettiğim kitaptır (tam bir ekşi sözlük yazarı). Tanrılar Okulu bir motivasyon kitabı değil, bir felsefe kitabı (kitapçılarda felsefe kitapları raflarında bulabilirsiniz ). Yazar önsözde "bu kitap bir harita , bir kaçış planıdır" diyor . Kendi kişisel devrimini yaratan bir adamın hikayesi. Bu yüzden okurken kendinizden çok şey bulacaksınız. Bazı fikirlerinin inançlarınıza saldırdığını düşünebileceğiniz, önyargılarınız yüzünden hızla uzaklaşmak isteyeceğiniz bir kitapta olabilir, her düşünce gibi kendiniz için lazım olanları alıp gerisini çöpe atacağınız bir yardımcı da. Hangisi olacağına karar verebilmeniz için okumanız gerekiyor. Alıntılara karar vermekte çok zorlandım çünkü okuduğunuzda farkedeceksiniz ki her sayfasında muhakkak işaretlemek zorunda hissedeceğiniz cümleler var.

Eat less and Dream more .
Sleep less and Breathe more.
Die less and Live forever .

***

Dream, dream, dream. Never stop dreaming. Reality will follow. 

Düşle, düşle, düşle… Düş kurmayı asla bırakma! Gerçekler ardından gelecektir.

***

The world is such, because you are such.

Dünya böyle çünkü sen böylesin .

***

… karışıklık , şüphe ,kargaşa , kriz , kızgınlık , umutsuzluk ve acı , tümü büyümek için yararlanılması gereken mükemmel fırsatlardır.

***

Kendinize bir bakın! Kendinizi titizlikle irdeleyin! Varlığınızın en karanlık köşelerine kadar girin! Her türlü şüphe ve korkunuzu, daha yüreğinizde filizlenmeye başladığı o ilk anda kendi ellerinizle boğun. Gerekirse kendinize karşı zor kullanın. Kendinize mutluluk, huzur ve netlik yükleyin. Dışınızdaki dünyanın koşulları sizi mutsuz edemez, ama sizin mutsuzluğunuz dünyada ki tüm sefaletlerin kaynağını yaratır. Yoksulluk aklın bir hastalığıdır!

***

Herşey de kendinizi suçlayın, başınıza ne gelirse gelsin kendinizi sorumlu tutun. Tüm sırların sırrı, Mea Culpa ‘* dır . * Suç benim.

***

…En büyük devrim, tüm girişimlerin en büyüğü, hatta tek ve en anlamlı olanı, kendini değiştirmektir.

***

Hiç kimsenin , kendinden büyük bir amacı olamaz , sıradan bir insan bir apartman dairesine sahip olmayı düşler, başkası bir villayı düşleyebilir, ama Versailles Sarayı‘nı ancak bir kral düşleyebilir.

***

Gerçek özgürlük bir armağan olarak gelmez. İnsan bunu tüm gücüyle yürekten istemeli ve bedeli her ne olursa olsun onu hak etmek için çaba göstermelidir. Bunu ancak o zaman elinde tutabilir. Benim dünyamda dehşetinizin ve ağırkanlılığınızın tek bir zerresine bile yer yoktur. Daha fazlasına sahip olmak ve daha fazla olmak için, sahip olduğumuz ve bizi biz yapan her şeyden vazgeçmek gerekir .

***

İnsanın en büyük yanılgısı bir geleceği olduğuna inanmasıdır. Oysa sıradan bir insanın bir geleceği yoktur. Görünenlerin ötesinde, o daima ve sadece geçmişiyle karşılaşır. Yine de herkes yaşamında başına gelenlerin, yalnızca onun için özel olarak yaratılmış, daha önce hiç olmamış, yepyeni olaylar olduğunu varsayarak kendini kandırır. İnsanın çevresinde gördüğü yani dışındaki gerçeklik geçmiştir. Senin şimdi olarak nitelediğin şey aslında gecikmeli bir yayındır... Kişinin yaşamını yönetmesinin tek yolu ‘an ve burada ‘ olmaktır…

***

Yaşam içinde bulunduğun durumu gösteren en korkunç maskesini takıp, sen her nerdeysen seni oradan çıkartmaya gelir. Korktuğun şey nedir? Yoksullaşmak mı? Terk edilmek mi? Sağlığını, evini veya işini yitirmek mi? İşte yaşamının seni korkutmak için takınacağı maske de o olur. Bir kişi her neden korkuyorsa, yolda önüne çıkacak olaylarda o korkusu birebir gerçekleşerek kendini gösterir. Geçilmemiş sınavlar gibi er ya da geç onları yeniden göğüslemek zorunda kalacaktır .

***

Korkularından kendi kurtar! Korkusuzluk, mutlak doğruya ve bütünlüğe geçilen kapıdır, ama göstereceğin hiçbir çaba seni korkusuz kılamayacaktır. Korkusuzluk, sen korkacak hiçbir şey olmadığına inandığında, kendiliğinden gelecektir.

***

Düş var olan en gerçek şeydir. Kendini düşe çelikten bir halatla bağla ve hiç kimsenin, hiçbir şeyin seni ondan ayırmasına izin verme! Düş'ten yoksun bir adam, evrende kaybolmuş bir kırıntıdan farksızdır .

11.01.2010

Hayatınız Size Lazım mı ?

Hayatınız Size Lazım mı ?
Ölümden mi yoksa hayattan mı kaçmak istiyorsunuz ?
Hangisi daha korkutucu peki ? Hayat mı ölüm mü ?
Ölüm bir defada geliyor ve gidiyor...
Ya hayat kaç defada öldürüyor sizi ?
İyi düşünün hayatınız size lazım mı ?
Hayattan mı yoksa kendinizden mi kaçmak istiyorsunuz ?
Yaşadıkça eksildiğinizi hissediyor musunuz ?
Güneş milyonlarca yıldır eskimeden doğduğu halde , biz uyandığımız her yeni günde neden eskiyoruz , cevabını verebiliyor musunuz ?
Cevaplanması en zor soruların ,aslında en kısa ve kolay gözükenler olduğunu , çoktan anladınız...
Sorulardan hep korkarak , hayatın çıkmazlarına cevaplar bulamadan yaşayıp gidiyorsunuz ...
Bir kez daha düşünün , anlamını çözemediğiniz ve cevaplarını bulamadığınız bir hayat gerçekten size lazım mı ?
Bilirsiniz , biz artık bize lazım olmayan her şeyi bodrum katlarına , tavan aralarına ve arka odalara atarız ...
Orada unutulup , çürüyüp gitsinler diye...

Ahmet Savaş
Aşk ve Cinayet Koleksiyonu

KLİŞELER02

Hani Türk filmlerinin ve dizilerinin delişmen karakterleri vardır . Bu adam ya da kadın ortalığı yakar , yıkar . Tam bir piskopattır .Bu psikolojik bir travma mıdır bilinmez ama filmin içinde bir diyalog yaratılıp hep şu vurgu yapılır ; " Sen onun böyle olduğuna bakma , aslında çok yufka yüreklidir " .

Klişe tespiti : Esra Yamaç

BAHAR GELME ÜSTÜME !


Bahar, yalvarırım çek git işine!..
Salma üstüme çiçeklerini,
...aklımı çelme!..
Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde; sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor.
Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek...
Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem...
Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtü böcek...
Yapma bunu bana bahar,
Böyle üstüme gelme...!

* * *

Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı...
Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime...
Kalbimin buzları erimiş.
Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir...
Bir de sen çıldırtma beni...
Krizdeyim ben... tembelliğin sırası değil, uyamam sana...
Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hakim ol.
Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp sokağa çağırmasınlar beni...
Bulutların üşüşmesin başıma...
Girme kanıma benim...
...yoldan çıkarma...!

* * *

Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin,
afrodizyakların en etkilisi,
Sevdanın suç ortağısın.
Kıyma bana...!
Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; gövdemi azdırıp sonra birden çekip gideceksin.
Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, beni bir kuraklığın ortasında terk edeceksin...
O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman...
Ne o delişmen sabahlar kalacak, ne günaha çağıran çapkın eteklerin
uçuştuğu günbatımları...
Tembel kuşların şakımaktan bitap, ebruli çiçeklerin kokmaktan...
Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgarlarında...
Yeşerttiğin çiçekler, yürekler solacak; damar damar çatlayacak ruhumuz...
Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden... yüreğim viraneye...
Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da...
Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak.

* * *

İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar...
İş açma başıma...
Git işine!
Yoldan çıkarma beni!...

CAN DÜNDAR

http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=2088

28 Mart 2010 Pazar

ÇOCUKLUK


Yaklaşık 30 yıl süreli bilimsel bir araştırmada gençlere "çocukken anne babanızdan dayak yediniz mi?" diye sorulmuş. Yüzde 82 oranında "evet!" cevabı gelmiş. Onlarca yıl sonra aynı kişilere aynı soru yöneltildiğinde oran yüzde 33'e düşmüş. Diyorum işte... "Mutlu çocukluk" denen şey yetişkinliğe has bir uydurma! Çok mu kötümserim? Peki! Öyle olsun! Zaten bana da bayağı mutlu bir çocukluğum varmış gibi gelmeye başladı. Tamam da, çocukluğumun o korkunç can sıkıntıları, o hüzünlü öğleden sonralarım, dehşetli kalp kırıklıklarım neyin nesiydi?

Haşmet Babaoğlu
SABAH

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2010/03/28/pazar_notlari_hastanenin_mahkmlari

27 Mart 2010 Cumartesi

ZAMANE

... Yahu... Bir dakika! Benim yazacaklarım bunlar değildi!
Ben günümüz ilişkilerinin "görme biçimleri"ni yazacaktım. Hani tanınmış psikanalist Darian Leader'ın "oraya buraya atılmış erkek çorapları işler iyi giderken sevecenlik yağmurlarına neden olur; işler kötü giderken birdenbire kötü kokmaya başlar" dediği şeylerden söz edecektim...
Sadece o kadar mı?
Mesela beş sene önce kankileriyle "Oha! Magandaya bak, sevgilisine hediye olarak televizyon kanalı satın almış" diye kıkırdaşarak dedikodu yapan kızların olay gerçekten kendi başlarına gelince, bunu aşkın simgesi olarak görmesine yol açan dünyayı sorgulayacaktım....

Haşmet Babaoğlu
SABAH

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2010/03/27/bizi_kor_eden_sevmek_degil_sevilmek

26 Mart 2010 Cuma

ELMA


Biliyorum , bir elmanın bir yarısı sen bir yarısı ben değilim . İkimizde tam bir elma olsak yan yana olamaz mıyız ?


26 mart 2010

24 Mart 2010 Çarşamba

KLİŞELER 01

Tam karşımdaki masada oturuyorlar. Belli ki, arkadaş kalmakla çift olmak arasındaki ince çizgiyi aşmanın eşiğine gelmişler. Adam sürekli işini gücünü, araya beklentilerini ve hayal kırıklıklarını ekleyerek anlatıyor. Kadın sakin biçimde kahvesini yudumlayarak onu dinliyor. Fakat bir süre sonra kadının yüzü bozuluyor. Çünkü adam zorlanıyor. Böyle giderse çizgiyi aşamayacak, arkadaşlığın güvenli alanında kalacak... Kadın birdenbire sesini yükselterek şunu söylüyor: "Çok mantıklı konuşuyorsun. Bu kadar mantıklı olmaya ihtiyacımız var mı Allah aşkına!"

Haşmet Babaoğlu ( Sabah Gazetesi)

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2010/03/21/pazar_notlari_hangi_degisim