17 Kasım 2011 Perşembe

SONBAHAR



Gri bulutlar sarmıştı dört bir yanı. Güneş sızacak küçücük bir aralık arıyor ama bulamıyordu. Gözlerin kamaştığı günler geride kalmıştı artık. Bulutlar yer yüzüne yağmur bırakmak için çabalıyor ama küçük çiselerden fazlasını beceremiyorlardı. Sağanak arzusu dalga dalga yayılmasına rağmen rüzgarın dalgalandırdığı küçük damlacıklardan fazlasını göremeyecektik bir süre daha.


O gün bir çığlık gibi gelmişti bana. Sonbahar ‘ın çığlığı…

Yatağımın içinde uzun bir süre oturdum.Elim yanı başımdan ayırmadığım kitaba uzandı. Bıraktığım yerden devam etmek arzusundaydım ama aynı sayfaya boş boş bakmaktan sıkıldığımda kitabı geri bıraktım. Yatağın sıcaklığından odamın ılık havasına karıştım. Bir yandan gerinip bir yandan kütüphaneme göz attım.

Bir fincan kahveyle yatağa geri döndüğümde, pencerede beklediğimden daha fazla ışık vardı. Güneş hırslanmıştı ya da bulutlar vazgeçmişti. Pencereden gök yüzünü görmek için biraz eğilmem gerekti. Hala griydi, her şey olması gerektiği gibiydi. Kahvemi yudumlarken, bir yandan ayaklarımın ısınmasını bekledim.

Bugün diğer günlerden farklı olmayacaktı. Tatil olması ya da iş telaşı olmaması her şeyi daha renkli yapmayacaktı. Zaman yine çabuk akacak, tatlı bir tembellikle geçecekti bütün bir gün.

O günü farklı kılan mevsimin değiştiği gün olmasıydı.

Ve her sonbahar da olduğu gibi geçmiş, bugün ve gelecekle ilgili düşünceler kafama üşüşmeye başladı. Ömrümün otuzuncu sonbaharına bir yıl kalmıştı. Sonbahar yaş haneme bir yıl daha ekleyen Kasım’ın da annesiydi ne de olsa. Hissettiğin yaşta olduğunu ya da hiç göstermiyorsun iltifatını içermeyen bir otuz yaşa doğru ilerlemek istiyordum aslında. Ama bir yandan da rakamlardan korkuyordum. İsimlerin ve rakamların gücüne inanmıştım yıllarca…

Geçmiş…Geçmiş tozlu bir ayna gibiydi. Bazı insanlar o aynayı kırıp atıyor, benim gibi bazılarıysa toz tabakasının altında ki silüetine bakmaya devam ediyordu. Benim gibilerden kastettiğim hayatta başladığı hiçbir şeyi tamamlayamamış, hep yarım bırakmış insanlar... Arkadaşlıkları, aşkları, projeleri…Hep yarım yamalak yaşadığınız şeylere dönüp dönüp bakmaktı hayat. Göğüsleyemediğiniz her imtihanı tekrar tekrar yaşamak…

Bugün sıkıcıydı. Yaşama standartlarımızı korumak için hepimizin sevmediğimiz işleri vardı. Kafa iznine müsaade yoktu. Kutsal bir ayinmiş gibi her gün aynı rutin işler tekrar ediliyordu.Neticesi olmayan, herhangi bir doyum hissi vermeyen boşa harcanmış saatlerden fazlası değildi bugün. Ve yarına dair hiçbir vaadi de yoktu…

Gelecek… Gelecek geçmişin bir gölgesi gibi gözüküyordu gözüme. Sıradan bir insanın geleceği geçmişinden çokta farklı olmuyordu. Zamanın getireceklerine dair umut sözcükleri, götürdüklerine duyulan özlem… Çokta büyük sürprizler beklememek gerekiyordu ve dedikleri gibi zaman aklın bir hastalığıydı belki de...

Artık Sonbahar gelmişti. Güneş tekrar yüzünü gösterene dek geçmiş, bugün ve gelecek üçgenine sıkışmaya devam edecektim. Kahvem soğumuştu. Ama ayaklarım hala sıcaktı. Yataktan çıktım. Kendimi tatlı tembelliğin kollarına bırakmak için televizyonun karşısına oturdum…

O gün Sonbahar ' ın geldiği gündü...

11 Temmuz 2011 Pazartesi

SABAH YÜRÜYÜŞÜ

Daha ikinci gününde savsaklamış olsamda yürüyüş yapmaya başladım. Sabahın köründe, bir su şişesi bir ben düştük yola. Pazar sabahı saat 05.20...

Mübarek Cumartesi'den sonraki güne denk geldiği ve Pazar günü uyku günüdür saplantısından bir türlü kurtulunamadığı için in cin top oynuyordu  ortalıkta. Ben sahile doğru yürürken ancak bir iki araba geçti yanımdan. İçinde atletli abiler... Hangi sahil şeridinde magandalık yapacaklar bilinmez  ama onlarda benim gibi gayretliler...

Neyse efenim sessiz sedasız ve aynı tempoyu korumaya çalışarak sahile ulaştım. Dedim ya Mübarek Cumartesi ertesi diye,bir baktım benim gibi uykusunu almış gelmiş birkaç safın dışında hala geceyi bitirememiş insanlarla dolu ortalık. Gün aymasına rağmen polis devriye geziyor! 

Sabahlamış çifler mi dersin ( bütün geceyi birlikte geçirmişler ama ikide bir kucaklaşıp duruyolar , kucaklaşma günü filan sanırsın), üstlerinde battaniye uyuyan gençler mi ( bir grubun başında nargile vardı bütün gece tüttürmüşler ), okeye dördüncüyü bulmuşken sabahın köründe oynamaya devam edenler mi, balık tutanlar mı, meyhaneden yeni çıkmış sahil kenarında çay içenler mi? Arkadaş herkes burdaymış bir biz yokmuşuz... Ne hayaller kurmuştum oysa bir deniz bir ben! Dalga sesi dinliyecem , kendi içime yönelicem , şu arayıpta bir türlü bulamadığım huzuru bulucam.

Bu kadar dış faktörle huzur bulunmaz deyip yoluma devam ettim. Tempo aynı kalacak, burundan nefes alınıp ağızdan verilecek, bir iki... Anaaaa o ne amcalar denize giriyolar. İstanbul 'da ne zamandır denize giriliyor sorusu ve yetmişlik bir amcanın slip mayosuyla kırıtarak denize seğirtmesinin şaşkınlığı arasında biraz hızlanmışım. Yaklaşık 1 km bu tempoyla ilerledikten sonra baktım  insanlar uzakta kaldı, biraz daha yürüsem zaten anayola çıkıcam artık bir mola verip soluklanayım dedim. Kayaların üstünden hopla zıpla denize biraz yaklaşıp iki dalga sesi duyma hevesiyle çömeldim.

Dalgalar kıyıdaki taşlara çarpıyor, güneş yeni doğmuş ışıl ışıl denizin üstünde... Bir baktım ben hesap yapıyorum; yolda kaç bira şişesi gördüm, kaç tane kusmuk vardı, bu kusanların hepsi aynı meyhaneden mi çıkmıştı, bu insanlar niye iki de bir sarılıp duruyodu, dün bu sahilde ortalama kaç kilo çekirdek tüketilmişti, sahildeki çimleri sulamak için kaç tane fıskiye kullanılıyodu, bir günde ortalama kaç ton su harcanıyor olabilirdi vs. Hani huzur bulacaktım, hani Son Samuray'daki gibi "hiç düşünce" yapacaktım, ufkum açılacaktı, yüreğim genişleyecekti...

Şehir insanı olmak zor  vesselam. Hiç düşünmeden, tamamen çevreye duyarsız, kendinle kalabilmenin imkanı yok! Yürümenin bedene faydası var, ama  bir düşüncesiz olamadım gitti...