15 Ağustos 2010 Pazar

Kadın Ne İster ?





Hayatımda yapmaktan en çok keyif aldığım üç şeyden biridir futbol müsabakası izlemek ( diğerleri film izlemek ve kitap okumak ). Gerçi bu durum bazen hayata da seyirci kalmama sebep oluyor ama günlük streslerle başka türlü baş edemiyorum. Neyse efenim başlığa bakıp bu ne perhiz, bu ne salatalık turşusu filan demeyin. Sadete geliyorum.

Sportoto Süper Lig nihayet başladı (sponsor değiştiği için ayrıca mutluyum sürekli rakip firmanın adını telaffuz edip durmaktan sıkılmıştık). Lig TV nin yeni reklam sloganı şu: Erkek ne ister ? Bu soruyu müteakip ekranda televizyonun karşısında bağrış çağrış maç izleyen bir erkek grubu görüyorsunuz. Sorular şöyle devam ediyor: Başka ne ister? Daha başka ne ister ? Neyse beyler bu sorular eşliğinde  TV koltuğunu yıkana kadar tepişip streslerini atıyorlar falan fıstık...

Geçen yıl ki reklamları hatırlarsınız ( bir önceki yılda olabilir zaman mevhumumu yitirdim son günlerde ) " Futbol futbol Lig Tv de " diye meşhur şarkının türkçe versiyonuyla, bir takım şişko futbol fanatiği erkek sahilde taraftarı olduğu takımın yıldızıyla kucaklaşıyordu. Keyifli reklamdı vesselam...

Yani Lig TV  her sene olduğu gibi  futbolu kalıplara sıkıştırmaya devam ediyor ve erkek izleyicisini mutlu etmek için ne yapacağını şaşırıyor... Öncelikli olarak futbol sever kadın hep unutuluyor ( birkaç yıl önce kadın futbol yazarlarının katılımıyla bir yorum programı yapmışlardı, onu da kaldırdılar sonra ). Yani sahilde dövmeleri ve baklava dilimi karnıyla koşuşturan futbol yıldızıyla kucaklaşmak isteyen kadın seyircilerde olabilir dimi ama. Ya da neden sahilde koşan futbol sever tipler için bira göbekli, tv karşısında maç izlemekten başka birşey yapmayan abi imajı tercih ediliyor. Bu yıl doruk yapılıp; dolaysız, sapmasız; erkek ne ister diye soruluyor ve itiş tepiş maç izleyen erkek imajı izleyicinin gözüne sokuluyor. Reklamlar başarısız demiyorum ama madem artık HD, madem artık daha fazla maç izleyeceğiz, madem artık herkes sizi izlesin istiyosunuz biraz bakış açınızı genişletseniz fena olmayacak.

Mesele erkek ne ister  ya da kadın ne ister değil aslında. Futbolsever ne istere odaklanmak lazım. Ne bileyim reklamın birinin konsepti  erkek ne ister olur ama bir diğeri kadın ne ister .. Bir diğerinde hiç kımıldamadan maç izleyen bir grup izleyici olur, yine bir diğerinde ailece maç izlenir. Seyirciyi kucaklamanız lazım beyler, bayanlar... Onları kalıplara sokmanız değil. Bir futbol sever olarak ve bir kadın olarak göz ardı edilmek istemiyorum. Ayrıca futbol sever kişilerin zannettiğiniz gibi bir imajı da yok tekrar hatırlatmak istiyorum .

***



Aslında vazgeçemediklerim altında yazmak istemiştim ama madem söz futboldan açıldı, haydi bir kaç kelam edelim.

Öncelikle bir grup hem cinsimin "22 tane adam bir topun peşinden koşturup duruyorlar! " sığ görüşü hakkında birşeyler söylemek istiyorum. Sahada ki 22 sporcunun iki tanesi kaleci olup, topun peşinden koşmaktan çok topun kendisine gelmesini bekliyorlar ki ekranda küçük görünüyor olabilir ama topun girmesini engellemeye çalıştıkları kalenin eni tam yedi metre ( bunu filmlerde abartılmak istenen sahnelerdeki boğuk sesle söylediğimi hayal edin lütfen ). Geriye kalan futbolcu arkadaşların ise hepsinin ayrı mevkisi ve görevi mevcut. Kendi içinde birçok kural içeren oldukça komplike bir oyun futbol (bkz : http://www.ebilge.com/12098/Futbolun_kurallari_nelerdir.html ). Ayrıca futbol bahsettiğiniz kadar basit bir oyun olsaydı, kadınlara yalnızca ofsaytı anlatmak için günlere gecelere ihtiyaç olduğu vurgulanan reklam filmleri çekilmezdi (bu da kadın düşmanı kadın cümlesi gibi mübarek :)).

Bir de bu işi abartan hemcinslerim var tabi. Sevgilisiyle telefonda daha birbirlerine günaydın demeden transferleri konuşanlar ( bu arkadaşım doğum tarihimin 6 kasım olmasını kıskanan fanatik bir fenerbahçelidir ), her gün bir gazetenin yanında ilave olarak almaları gerekirken yalnızca spor gazetesi alanlar, telefon müziğini takım marşı yapanlar, stada gittiklerinde kendilerini kaybedip küfür edenler  vs. Şaşırmayın var böyle kadınlar! Hayır kadınlar pek orta noktada duramaz zaten öyle bir kutuplaşma ki bir tarafta çok sevenler bir tarafta sevmeyenler. Kocasının takımını tutan kadınlar var istisna. Ömrü boyunca takım tutmamış , aile saadeti için takım tutuyor. Ne büyük fedakarlık! Yine sardım kadınlara...

Benim futbol ve Beşiktaş sevgim çocukluk yıllarım da başladı. İki erkek kardeşle aynı odayı paylaşınca doğal olarak ilgilenmeye başlıyorsunuz futbolla. Babam ve büyük abim Beşiktaşlı, diğer abim Fenerbahçeli. Annem tarafsız, ablam da futbolla ilgisi olmayan ama söz konusu taraf olmaksa Beşiktaş ' ın tarafında. Odamız da Beşiktaş takım ve Metin Tekin posteriyle büyüdüm ben. Çocukluk hali Metin 'in karizmasından ve yakışıklılığından etkilenmiş olabilirim. Sonra siyaha ve bayaza olan tutkum, kartallar gibi yalnız uçmayı sevişim derken, bir Beşiktaş aşkıdır filizleniverdi işte. Ama evde erkekler olmadığı zaman bile televizyonda Avrupa'dan Futbol programını izleyecek futbol sevgisi nasıl gelişti bunun bir tarihçesi yok. Ve karşı cinslerimin haftalık programlarını futbol maçlarına göre düzenliyor olmalarını çok iyi anlıyorum( vardiyalı çalıştığım zamanlarda bjk maçlarını izleyememek üzücü oluyordu gerçekten). Ama taraf olmayı abartıp, bunun için kimsenin kalbini kırmam ( örnek bir taraftarım ). Ayrıca  ben de sporcunun zeki , çevik ve ahlaklı olananı severim...

Futbol gerçekten keyifli bir spor. Ayrıca taraf olmak ve zaman zaman taraf olduğunuz takımın üstünlüğü sizi hayat için motive edebiliyor. Saçma ama böyle, modern teselliler dünyası. Yeni sezon hepimize hayırlı olsun ...




9 Ağustos 2010 Pazartesi

Pesimist Sultan

Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, ortada su şişesi bir yazı olsun. Ve bu ilk cümleyi tek nefeste okuyamayanlar, okumaya  devam etmesin...

Uzun zamandan sonra kendime bir 'nick' buldum, şimdikiler böyle diyor; Pesimist Sultan. Öyle kimlik bunalımı, kendini gizleme çabasıyla değil, ismimi bazı kelimelerin arasında uzun gördüğüm, bazen bazı şeylere fazla geldiğim için. Şu cümleden sonra narsist sultan da diyebilirdik efendim lakabıma amma... Neyse aslında bu ismi ben değil entellektüel bir erkek arkadaşım buldu ( öküzün yazısına tekrar yorum yazmayıp burdan giydirmek istedim (bkz öküzün önde gideni (blog))). Geçenlerde bir hayır işini konuşurken halimi sordu. Dedim bilirsin deniz dalgalanmadan durulmaz. Benim gibi su grubu mahlukatın hayatı bir arafta, med cezir oynamakla geçer. O da pesimist sultan deyiverdi gayri ihtiyari. Birden isimle bütünleştim. Dedim ki bundan sonra mahlasım "pesimist sultan " olsun, bu mahlasın ilanı tiz google' a bildirilsin. Duyduk duymadık demeyin, peynir ekmek ya da pasta yemeyin; Aslıhan Sultan oldu, Pesimist Sultan!

Son günlerde , blog yazma hevesi internette daha fazla vakit geçirmeme sebep oluyor. Blogları gezip fikir ediniyorum, okuyup gülüyorum, okuyup sövüyorum, okuyup geçiyorum, okuyup seçiyorum. İsimsiz yorumlar, isimsiz yazılar, isimsiz sorular, isimsiz yalanlar...

Sanal dünyada insanlar da sanal sanırım. Bu bir sanrı kesin kanaatim değil belirteyim de burdan gol yemeyeyim. Enteresan yazılar dönüyor ortalıkta... Mahlasla değilde herkesçe bilinen isimleriyle aynı şeyleri yazar mı bu insancıklar bunu merak ediyorum. Bazen öyle çok şaşırıyorum ki, yaşadığımız yer İstanbul, İzmir, Kayseri, Adana, Mersin, Zonguldak, Ankara, Trabzon, Sinop, Balıkesir değil de New York, Los Angeles, Paris, Amsterdam ( valla hele bu memlekette olduğumu sandığım vakitler öyle çok ), Berlin, Madrid, Sidney, Roma, Cenevre yahut Lizbon zannediyorum. Erkeklerin hepsi Nip Tuck 'tan Christian Troy(izliyorum itiraf ediyorum), kadınlar Sex and The City' den Samantha Jones olmuş(Buna uzun süre dayanamadım). Vay anasını diyorum!

Ben öyle söylemeye korktuğum şeyleri  daha rahat söylemek için sahte isim sahibi olmadım sanırım. Eee bu da bir sanrı hayde bende önüme gelene sallayayım, aklıma geleni koy vereyim, savulun ülen yeminimi bozdum diyeyim. Hiç gerek yok!  Sanal dünya azıcık gerçek insan görsün...

Not:Yazı sahibi zamanla bir optimiste dönüşmüştür.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Vazgeçemediklerim Vol1

Öyle çok özlemişim ki onu. Şöyle sağ yanıma ilişmesi, öyle nazlı nazlı homurdanması, güzel kokusuyla beni zaptu rapt altına alması...

İlişkimizin başlangıcı yedi sekiz yıl öncesine rastlar. Tereddütle yaklaşmıştım ilkin ona. Ne de olsa bir ottum o zamanlar. Bana yaşatacağı duygudan öyle çok korkmuştum ki, daha ilk solukta nefesim kesilmişti ( öksürük krizine tutuldum desem daha doğru olur ).

Üniversite yıllarındayız. Onu Çemberlitaş'ta bir kahvehane de farkettim. Bütün herkesin gözü ondaydı. Kravatını bağlamayı bilmeyen liseli talebelerin bile gözü onun üzerindeydi. Herkes tek bir yakın nefes için nefes nefese kalmıştı. Ortalık öyle kalabalık ve herkesin gözü ondayken, birden ve aniden onun benimle ilgilendiğini farkettim. Diğerlerini daha önce de görmüştü, onlar artık eskiye karışmış, fazlasıyla alışmışlardı ona. Ciğerini biliyordu hepsinin, ciğersiz olanları çoktan def etmişti başından...

İşte onun beni istemesiyle başladı her şey. O gün nasıl koktuğunu hatırlamıyorum. Ama şöyle dediğimi hatırlıyorum, hatta heyecandan nara atar gibi söylemiş olabilirim: " Bana bir kağıt kalem getirin ciğerimin resimini çizicem! "

Nargile ile ilk tanışmamız böyle oldu işte. Onun içildiği mekanlardan dışarıya taşan kokusunu bilirdim önceleri, sonra o kokuyu bir kez soluyunca vazgeçilmezlerimden oldu. Uzun bir aradan sonra dün yine birlikteydik Tophane sırtlarında. Sürekli köz istedi durdu, o da beni özlemiş. Elma kokulu güzel bir akşam sefası yaptık birlikte...

1 Ağustos 2010 Pazar

Kǒng Fū Zǐ




Bugün son günlerde söz ve öğretilerinden fazlaca feyiz aldığım Konfüçyüs'un hayat hikayesini anlatan Çin yapımı " Konfüçyüs" filmini pazar kahvaltıma katık ettim. 2010 yılı yapımı film kah ağlattı, kah güldürdü. İnanmış bir adamın ve kayıtsız şartsız onun peşinden giden müridlerinin ibret dolu yaşam öyküsünü izledim. Sadece söylememiş, söylediklerini uygulamış ve söylediği gibi yaşamış bir düşünür Konfüçyüs. Kendisi de demiş ya " İyi insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen adamdır! " diye.

Uzak doğu yapımı filmleri çok başarılı bulurum. Anlatımı sade, verdiği duygu yoğundur. Ama biyografik filmlerin hangi ülkede yapılırsa yapılsın ayrı bir tadı var. Ne de olsa yaşanmış olan, kurgulanmış olandan hep bir kaç gömlek daha üstün oluyor. Çünkü tarih;  insanlara, topluluklara, milletlere güç veriyor. Ve bu güç dünyayı daha güzel bir yer yapmak konusunda mücadele azmini ateşliyor (Ne gaz verdim be!)

Konfüçyüs'un filmde geçen bir sözüyle tamamlayayım:

"Bir adam dünyayı değiştiremiyorsa, en azından kendi dünyasını değiştirmeyi denemelidir."

Not: Bu filmin yanı sıra adalet ve sevgi kavramlarını yakın tarihte dünyaya tekrar hatırlatan Mahatma Gandhi'nin hayat hikayesini anlatan 1982 yapımı "Gandhi" filmini de muhakkak izlemenizi öneririm. Ben Kingsley'in muhteşem oyunculuğuyla hayatınıza meşale tutacak bir yaşam öyküsü daha izleyeceksiniz.

İyi Pazarlar