31 Temmuz 2010 Cumartesi

BİZİM TÜRLER

Şunu anladım ki, yaratıcılığımın önündeki tek engel çalışma hayatım! Sabahtan akşama bir binanın sekizinci katını mesken tutarak gözlem de yapılmaz, yazı da yazılmaz. Bugün bir metrobüse bindim; gözüm gönlüm yetmedi, zihnim açıldı resmen.

Yaşadığınız şehir soluk alıyor derler ya bu doğru. Her şehir koca bir organizma gibi. Ancak sürekli hareket halinde olan ve envai çeşit insanı barındıran İstanbul daha çok bir “insanat bahçesi” gibi. İşte o bahçede mevcut bazı türlerden bahsetmek istiyorum size.

İş hayatı servisle seyahat etmeye alıştırsa da okul zamanından kalma bir otobüs kültürümüz var çok şükür. Hep otobüsle yolculuk eden bir çalışan grubu vardır bu şehrin. Bu türe ben "homo sapien bus station" diyorum. Bu abla ve abilerin tüm hayatı sanki otobüs duraklarında geçmiştir. Hangi otobüs ne zaman gelecek, nerede duracak, otobüsün ön kapısı durağın hangi santimetresine denk gelir, binerken hangi tarafa doğru yönelirsen oturma şansın daha yüksek olur, önden binen nasıl ekarte edilir gibi bilgilere sahiptir bu kişiler ve bu profesyonelleri geçipte oturmayı başarabileniniz varsa tebrik etmek isterim. Yalnız bu durumu yaşadıysanız bilirsiniz, otursanız bile zafer kazanmadınız çünkü bu tür üstünlüğü ele geçirmeyi çok iyi bilir. Önce oturduğunuz koltuğun önündeki yaslanma yerinden tutar ve vücutlarını üzerinize yaslamak suretiyle iteklerler. Bu türün kadın olanı oturanı rahatsız etmek için daha çok çantasını kullanır ve sizinle göz teması kurmak için fırsat kollar. Bir de yaşça üstünlüğü varsa hiç şansınız yok, koltuğu devretme zamanı gelmiş demektir. Oturmayı başardıktan sonra hemen uyuma moduna geçen bu türün gözü ineceği durak gelene kadar açılmaz. Arada bir göz ucuyla durak kontrol edilir ama bu süre kimseyle göz teması kurmayacak kadar kısa olur. Ayakta duran kişi oturanlara göre biraz daha fazla kalori harcar, ama bu oturmak için harcanan kalori kadar fazla değildir.

Bu şehrin en gözde türlerinden biri de Homo Sapien Emo'dur. Bu türün yaş aralığı 15-25 tir. Bu ağabeylerin paralı olanları marka, olmayanları marka taklidi giyer. Tercih ettikleri renk siyahtır. Ağabey dediysem yanlış anlaşılmasın bu türünde erkeği ve dişisi mevcuttur. Erkek olanlar uzun bıraktıkları saçlarını jöle ile sıvayıp kafalarından bir karış yukarı kaldırırlar. Omuzları düşük, ifadeleri karamsardır. Bu türün dişisi fazla uzun olmayan saçları ama gözünü ve yüzünün bir kısmını kapatacak perçemleri tercih eder. Göz kapaklarını tamamen siyaha boyar ve göz akı gözükmesin diye başı sürekli öne eğik yürür . Bu türün cinslerinin ortak özellikleri ise bedenlerine birkaç beden büyük düşük bel pantolonları ve olmadık yerlerine takıştırdıkları küpelerdir. Bu gençler kendilerine pekte sevgiyle yaklaşılmadığı halde hayatlarından memnunlardır. Bu çocukların öyle çokta itilmiş horlanmış bir halleri yoktur ama yeni çağın işine geldiği gibi davranma modasını çok iyi icra ederler. Yine de yeni nesil ana babalara tavsiyem emo görünce kapatsınlar küçük çocuklarının gözlerini; ağlamasınlar yavrucaklar mücrim gibi baktıkça istikballerine…

Aman unutmayalım bir de Homo Sapien Couple türü var. İsminden de anlaşılacağı üzere bu türün bir teki bir erkek ve bir dişiden oluşur. Erkek olan genel itibariyle pekte yakışıklı olmayan ama havalı tiplerdir. Güneş olmasa bile güneş gözlüklerini kafalarına ya da normal homo sapien türünden biraz fazlaca açtıkları gömlek yakasına iliştirirler. Ayrıca yine diğer gruptan ayrılan renk tercihleri dikkat çekicidir. Mor ya da pembe giyerler. Türün dişi olanı genelde sahte sarışındır ve bu ablalar her zaman çantalarını taşıyamayacakları kadar kalabalık tutar ve genelde tek ellerini erkek türünün bir eline kenetlerken çantalarını da erkek türün diğer eline tutuştururlar. Tutuşturmak dedim ama bu türün erkeği çanta taşımaya pek meraklıdır ve hiçbir zaman bu kadar ıvır zıvır doldurulan bir çanta neden taşınır sorgulamaz. Bu beni sarışın ırkın düşünme kapasitesindeki eksikliğin bulaşıcı olabileceği sonucuna ulaştırmıştır ki bu tür benim en çok gözlemlediğim ancak baktıkça rahatsızlık duyduğum bir gruptur.

Dedim ya İstanbul bir insanat bahçesidir. Öyle saymakla anlatmakla bitmez bu şehrin insanatları. Fırsat buldukça yazmaya devam edeceğim, sözüm olsun. (Tutamadı :))



22 Temmuz 2010 Perşembe

ELİF

Büyük bir kalabalık… Nazım,” Sen de artık herkes gibisin” dediğinde gözünüzde canlanan tablo gibi. Birbirine benzeyen bir sürü insan. Yanınızdan geçen bir sürü siz. Yanımdan geçen bir sürü ben! Yüzler silik. Garip bir şekilde umut dolu sanki herkes. Şarkı da dediği gibi “bir umuttu yaşatan insanı”… Ve her şey bir umutla başlamıştı.

Yoğun bir çalışma günü, ardından büyük bir kalabalık. İş sonrası arkadaşlarla ve bir bardak içecekle konuşup durduğumuz hayallerimiz.

Ama bugünden aklımda bir tek Elif kaldı. Elif ‘te kaldım ben. Elif Arapça'nın ilk harfi. Vahdeti temsil ediyor. Kelime manası dost, sevgi demek. Elif demek bir olmak, bir olanı idrak etmek demek aslında. Ben Elif ‘te kaldım çünkü Elif umut demek!

Bir otobüsün camından bakan bir çift göz düşünün. Öyle bir çift göz ki gördüğü her şeyle yeni tanışıyor. İnsanlar devler, binalar dağlar gibi. Bir çift göz düşünün; pırıl pırıl bakıyor, gülmekle ağlamak arasında sıkışmışlar. Camla önünde engeller var. Çırpınıyor, daha şimdiden engel tanımak istemiyor. Ağlıyor, nazla niyazla her isteğini yaptırıyor. Gülünce hepimiz gülüyoruz, bir ağlıyor hepimiz de iç geçirircesine bir ayyyy peydah oluyor. Bir ‘ce’ yapınca gülüyor da, diğer sözleri somurtmak için bahane sayıyor.

Elif daha on aydır bizimle yaşıyor. Bizimle dediysem dünya insanlarıyla... Anne demeyi öğrenmiş. Otobüsün korkuluklarına korkusuzca tırmanmak istiyor. Kolları, bacakları yumuk yumuk. Öyle tombulluktan çukurlar oluşmuş dirseklerinde. Bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyormuş gibi. Biz soytarı, o ise kral…

Dedim ya ben Elif te kaldım çünkü Elif umut demek! Hep iç geçiririz ya “ah çocuk olsam “ diye. İşte o özgürlüğü ne zaman kaybettiğimi düşünüyorum. Ben de Elif  olmuştum bir zamanlar, hatırası sehpanın üzerinde bir fotoğraf. Elime mızmızlanmayayım diye bir saat tutuşturulmuş, kulağımda inci küpeler var. Şimdi Elif ‘e bakıyorum; sonradan öğrendiğimiz o kötü duygular olmadan nasıl da mücadeleci ve nasıl da dünyanın hakimi olduğumuzu görüyorum.

Elif olmak istiyorum. Artık mümkün değil biliyorum. Ama bir gün Elif 'lerin kim olduklarını unutmadıkları ve sonradan öğretilenlere aldanmadıkları günlerin gelmesini umut ediyorum. Ne de olsa bir umutla başlıyor her şey!

1 Temmuz 2010 Perşembe

DEVASIZ DERT


Yaydan fırlayan bir ok gibidir ağızdan çıkınca bir söz. Ve hiç geri dönmüş değildir atıldıktan sonra bir ok.

Seli başından bağlar ileriyi gören kişi. Ve geçtiği yerleri harap eder baştan bağlanılmayan sel.

Ne tükenmez hazinesin sen ey dil ve ne devasız bir dert!..

Mesnevi I , b. 1724 - 1726

SUÇLAMA

Söyle dilim! Ne zaman öğrendin konuşmayı.

İlk kelimen ilk unutuşum…

Sen sebep oldun! İlk kez insan oldum o kelimeyle.

Acaba anne mi demiştin? O kutsal kelimeyle mi kandırdın beni?

Hep güzel şeyler söylerim zannettin değil mi?

Anne dedin sevgiyi çağırdın, baba dedin güveni.

İsimleri öğrendin tek tek.

İnsanları gülümsettin, ağlattın belki.

Her kelime de daha fazla hikmet var sandın, unutmazsın dedin.

Ama unuttum!

Her gün yeni kelimeler ekledin haneme

Hepsini ezberlettin bir gün lazım olacak diye

Sonra kelimeler arttı da arttı...

Kıskançlığı dışa vurmayı öğrendim,

Belki masumdu cümle “Benim babam senin babanı döver. “

İlk tren o gün kaçmıştı işte.

“Seni seviyorum annecim “ demiştim ,

“Senden nefret ediyorum” demeyi öğrendin.

Sevgiyi çağırmayı öğrettiğin gibi onu kovmayı da öğrettin.

“Beni yakalayamazsın! “ deyip tahrik etmeyi,

Sobe  deyip mağlup etmeyi öğrettin.

Daha çocukken çaldın masumiyetimi...

Önce seninle suç işlemeyi,

Sonra seninle o suçu inkar etmeyi,

İnkarımı pekiştirmek için yemin etmeyi öğrettin!

Sonra yetmedi, yeminimden dönmem için bahane bulmayı …

Bahanelerle kalp kırmayı,

Bencilliğimi utanmadan söylemeyi öğrettin.

Hepsini sen öğrettin! Sen!

***

Yoksa dilim, bunları sana ben mi öğrettim?

Ben mi ezberlettim o kelimeleri tek tek?

Ben mi çaldım senin masumiyetini?

Yine bir suçlu arıyorum değil mi?

Sus öyleyse dilim, sus artık!

Rumi‘nin kemikleri daha fazla sızlamasın…


01.07.2010

İlk manzum çalışmam olarak kayıtlara geçsin...