14 Nisan 2010 Çarşamba

Parantez



 Up In The Air filminin cazibesi yalnızca Oscar adayı olmasından değil, başrol oyuncusunun o çekici gülümsemesiyle George Clooney olmasından geliyor.

Film bulutların üzerinden seyredilen bir şehir manzarası ve güzel bir müzikle başlıyor. Ardından işi çeşitli eyaletleri dolaşıp insanları işten kovmak olan, düzenli bir yaşamı olmayan ve uçaklarda seyahat ederek ömrünü geçiren bir adamın hikayesini izlemeye başlıyorsunuz. Ryan işi gereği bağlılıklara inanmıyor ve verdiği seminerlerde bir sırt çantasına doldurduğu somut ve soyut dünyayı bir şekilde kendine yük etmekten kurtulmak gerektiğini anlatıyor.

Sonra kendisi gibi seyahat ederek çalışan Alex ile tanışması ve işi öğretmek için yanında gezdirdiği çömezi bir an da o güne kadar inandığı değerlerini sorgulamaya başlamasına sebep oluyor. Alex ile olan ilişkisine kendince anlamlar yükleyen esas oğlan kız kardeşinin düğününe onunla birlikte gidiyor ve hayatında ilk kez sırt çantasında omuzlarını acıtan kocaman bir yalnızlık taşıdığını fark ediyor .

Buraya kadar her şey güzel, insanın doğasının yalnız olmakla bağdaşmadığını ve hayatının bir noktasında bir hayat arkadaşına ya da bir aileye ihtiyacı olduğunu anladığı pek çok film izlemişsinizdir. Bu farkındalık muhtemelen hepinizi heyecanlandırır ve kendinizle özdeşleştirdiğiniz film karakterinin daha mutlu bir geleceğe olan yolculuğunun coşkusuna kapılırsınız. İşte film size önce bu kapıyı açıyor . Hayat felsefesini sorgulayan Ryan bir seminerin ortasında anlattığı şeylere artık inanmadığını fark ediyor ve kendini Alex'in yaşadığı şehre götüren bir uçakta buluyor . Alex'in kapısını çalıyor ve ta ta, onun zaten eşi ve çocuklarıyla yalnız olmadığı bir başka hayatı var!

Kapı suratınıza kapandı değil mi? Daha bitmedi, Ryan ve Alex arasında geçen bir telefon konuşmasına şahit oluyorsunuz. Alex, “Sen bir araydın, hayatıma açtığım bir parantez!“ diye başlayıp devam eden birkaç kelam ediyor. Sonrası yalnızlığına dönen bir adam ve film boyunca düşündüklerini bir yutkunmayla sindiren bizler.

Filmin o boğazınıza oturttuğu yumru ve midenizdeki karıncalanma sanırım hayat denilen şeyin tam da kendisi. Çok katlı binalara taşınmış şirketlerde hapsolmuş yalnız insanlar… Başkalarının hislerini hiçe sayıp kendine parantez açanlar! Ve yanınızda kim olursa olsun yalnız öleceğiniz gerçeği. İşte karmaşık bir sürü duyguya kapılacağınız, gerçekten harika bir film…

Son birkaç cümle daha: Hayat devam ediyor! İnsana insan gerek, geç olsa da öğrendiniz belki. Birilerinin hayatında bir nokta olabilirsiniz. Belki bir ünlem! Ama kimsenin hayatında parantez olmak zorunda değilsiniz. Çünkü en değerli sizsiniz...

Film yorumumu bir motivasyon yazısına dönüştürdüğüm için kendimi ayrıca tebrik ediyorum... :)

4 Nisan 2010 Pazar

İyi ki Doğdun Heath Ledger


Bugün Heath Ledger 'ın doğum günü. 2008' de intihar ederek ölen Ledger, The Dark Night ve Candy filmleri ile gönlüme taht kurmuş bir oyuncudur. Ölüm şekli ise bu kadar naif ve başarılı bir insan olduğu düşünülürse oldukça üzücü. Hep hatırlayacağız...

Bir Garip Pazar Günü

Birkaç gündür uykusuz olmanın verdiği yorgunluk ve bezginlikle yollara düştüm bugün. Uzun zamandır bir Pazar gününü dışarıda geçirmediğimi farkettim. Hava sıcak, gökyüzü mavi, hafif esinti var. Sokaklar kalabalık... Hele ana caddeler tıklım tıkış, insanlar tek sıra halinde yürüyorlar. Gün öyle bir gün ki açıköğretim sınavları, mitingler, gezmeler tozmalar çakışmış. İnsan sesleri sanki havaya çarpıp geri dönüyor, öyle bir uğultu var.

Miting Notları

Yeni bir siyasi parti kuran Mustafa Sarıgül Avcılar‘a geliyormuş. Yol boyu sarı şapkalı insanlar görüyorum. Partinin adını bilmiyorum. Kısaltması TDH. Türkiye Demokrasi Hareketi diye açılımı yapıyorum ama oradaki “D” demokrasiyi değil değişimi simgeliyormuş. Pankartları görüp parti ismini de öğrendikten sonra bu hareketi desteklediği varsayımıyla meydanı dolduran insanların gerçekten ne kadar değişime hazır olduğunu ya da ne kadar değişebileceğini düşünüyorum. Bildik simalar var kalabalıkta. Yeni oluşumun kaymağını nasıl yerim diye hayal kurarken yol vermeyi akledemeyen şark kurnazları, siyaset kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen çocuğunu omzuna alıp çilesine ortak eden babalar, ev hanımlığını yemek tüketmekle eşdeğer sayan bir de fırsat bulmuşken meydanlara çıkayım diyen tombul ablalar. Gençler ortada yok! Daha kendi hayatlarını ve bakış açılarını değiştiremeyen insancıklar değişimin peşindeler.

Yol boyunca partililerin sloganı olan “Çare Sarıgül” yazılarını görüyorum. Ama pankartlara değil yol kenarında ki duvarlara sprey boyayla yazılmışlar. Büyükşehir Belediyesi bu mitingin izlerini silmek için epey masraf etmek zorunda kalacak gibi duruyor. Sol'un eski bir alışkanlığıdır duvar yazıları ve zaman zaman renk katar standart hayatlarımıza...
.

Yollarda

Uzun zamandır haftasonu ve bunca kalabalıkta toplu taşıma aracı kullanmamıştım. Metrobüs ile ilgili olumlu duygularımın hepsi altüst oldu. Açık öğretim sınavlarına denk gelen bir Pazar günü, sanki bilerek sefer sayıları azaltılmış. Normal şartlar altında (NŞA) dakikada bir kalkan otobüsler kaybolmuş. Metrobüs durağına girebilmek için insan trafiğinde beklediğime mi, dakikalarca gelmeyen ve insanların hurra bindiği otobüse itiş kakış sıkışmamıza mı, kalabalık yüzünden sırtıma yaslananlara mı, boş muhabbetlere kulak misafiri oluşuma mı, incir kabuğunu doldurmayacak bir mesele yüzünden birbirini yumruklayan insanlara mı , neye kızacağımı şaşırdım.

Bir Teoman şarkısı der ki; "Bir tren camından dünyayı gördüm , haline üzüldüm." Ben metrobüste öyle bir insan manzarası gördüm ki, kahroldum! Başarısız karayolu hizmeti de cabası oldu.

Yolda gördüğüm tek güzel şey bir ağaçtı. Edirnekapı şehitliğinin yamacında beyaz çiçekleriyle bir bahar ağacı... Gencecik yaşta yitip gidenlerin hiç göremedikleri gelini gibi. Öyle nazlı ve masum... İyi ki bahar var!

Açıköğretim Çilesi

Millette koltuk sevdası ben de diploma sevdası derken açıköğretime kaydolma gafletine düştüm. Liseyi bitireli on yıl oldu. Beş yıl üniversite, yaklaşık beş yıllık çalışma hayatı derken on yıldır mezun olduğum lisenin yakınından bile geçmedim. Öyle tahmin ediyorum ki ben görmeyeli birçok şey değişmiştir. Tanıdığım bir öğretmen kaldı mı okulda?  Gelin görün ki kopya usulsüzlük gibi eylemlerden korku mudur yoksa yine bir rant meselesi mi bilinmez, kendi oturduğum semtte açıköğretim sınavına giremiyorum.

Allah'tan imdadımıza yeni teknolojiler yetişiyor. Navigasyon denilen teknolojiyle artık yüreğimin değil telefonumun götürdüğü yere gidiyorum. Okul bulmak kolay. Bu yine de kendi mahallemde sınava girememe sorunum konusunda bir teselli değil. Çünkü öncesinde kalabalık, tıklım tıkış otobüs hengamesini atlatmam gerekiyor. İstanbul gibi nüfusun yoğun olduğu, trafik sorununun yaşandığı bir şehirde bilmediğimiz semtlerin bilmediğimiz okullarında ne işimiz var? Artık kendi eğitimcilerimize güvenme zamanı gelmedi mi?